Çobanoğulları Beyliği, Moğol İstilası’nın
henüz gerçekleşmediği bir dönemde ortaya çıkmış bir beylikti. Moğollar
1241-1244 yılları arasında Anadolu’nun istilasını gerçekleştirdi. Kösedağ
Savaşı’yla kontrolü ele aldı. Bir hayli söz sahibi oldu ve Anadolu’yu her
açıdan etkiledi. Selçuklular vergi vermeye başladı ve diğer beylikler gibi
Çobanoğulları Beyliği de bu durumu kabullendi. Dolayısıyla bu dönem bey olan
Alp Yörük’ün, bu araştırma yazımda etkin bir politika izleyemediğinden
bahsedeceğim. Anadolu’nun diğer beylikleri düşünüldüğünde Muzaffereddin Yavlak
Arslan Dönemi’nin ne kadar da sakin geçtiğinden bahsedeceğim. Bu beylik
Kastamonu dolaylarında kurulmuş. Hüsameddin Çoban sınırlarını Bizans ucuna ve
Trabzon İmparatorluğu ucuna doğru genişletmiş.
Yıkılışının ardından bir nevi varis gibi
aynı topraklar üzerinde Candaroğulları Beyliği kuruldu. Candaroğulları’nın
kuruluşunda Moğol etkisi oldu. Emir Çoban’a ve Temurtaş’a bağlılığı bildirdiler
ancak Ebu Said Bahadır Han’ın ölümünden sonra bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Ardından, doğal olarak, nasıl daha etkin bir politika izlediklerini göreceğiz.
Candaroğulları’nda İsfendiyar Bey başa
geçer. Günümüzde kaynaklarda, İsfendiyaroğulları adıyla da anılmakta ve yazılar
yazılmakta. İsfendiyar dönemi çok karışık bir dönem olmuş. Peki, neden
Candaroğulları’nı bu isimle anmışlar. Çünkü yaklaşık yarım asırlık bir
İsfendiyar idaresi olmuş. Beylik, Fatih Sultan Mehmed’in seferiyle Osmanlı
Devleti toprakları içine dâhil olmuştur.
Tüm bunlar nasıl olmuş ve gelişmiş bunu
araştırdım ve elimden geldiğince doğru ve kesin bilgiler sunmaya çalıştım.
Karşıma farklı kaynaklardan ulaştığım farklı bilgiler çıktığında dipnot olarak
veya ‘şu isimli yazarın görüşü böyle’ diye metin içinde belirtmeye gayret
ettim. 9 kaynak ve 27 dipnot kullanarak araştırmamı tamamladım.
ÇOBAN OĞULLARI BEYLİĞİ HAKKINDA
Bu beylik, günümüzdeki Kastamonu ve
çevresinde yerleşmiş bir ikinci dönem Anadolu Türk beyliğidir. Beyliğin kuruluş
tarihi kesin olarak bilinemese de Hüsameddin Çoban’ın 616 (1219-20)’da bu
beyliğin başında olduğu kesin bir tarihtir. I. Alaeddin Keykubat’ın tahta
çıkışından sonra (1220-21 ve 1237 arası saltanat) sarayına giderek ona bağlılığını
bildirmiştir.
Hüsameddin Çoban bu beyliğin kurucusu ve
ilk beyidir. Kimi tarihçilere göre, Anadolu fâtihi Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın
büyük emîrlerinden Karategin’in soyundan geldiği söyleniyor. Yazıcızade Ali’ye
göre Kayı boyuna mensuptur. Yazıcızade’nin bu iddiasını doğrulayabilecek bir
belge bulunmamakta ancak Kastamonu-Ankara çevresindeki yoğun Kayı nüfusu bu
görüşü destekleyebilecek niteliktedir.[1]
İbn Bîbî kayıtlarına göre 608 (1211-12)
yılında Kastamonu melikü’l-ümerâsı[2]
olarak görülen Hüsameddin Çoban’ın beyliğinin başlangıcı II. Kılıçarslan
(1155-1192) zamanına kadar götürülebilir. I. İzzeddin Keykavus (1211-1220) ve
I. Alaeddin Keykubad (1220-1237) zamanlarında da Bizanslılara karşı çeşitli
gazâlar yapmış olan Hüsameddin Çoban’ın bu sayede çok ganimet elde ettiğini,
bunlardan bir kısmını zaman zaman Anadolu Selçuklu sultanına da gönderdiğini
belirtmiştir.[3]
Vakıf kayıtlarında “Atabey Gazi” unvanı
ile anılmıştır. Sarı Saltuk’un destansı hayat hikâyesini konu alan Saltukname
adlı eserde Atabey Gazi’nin, Selçuklu sultanının oğlunun lalası(atabeyi) olarak
gösterilmesi onun Selçuklu şehzadelerinin eğitici sıfatıyla Kastamonu bölgesine
gönderildiği iddiasını desteklemektedir. Buna göre Çoban Bey ve ailesi, II.
Kılıçarslan’ın son yıllarında Kastamonu havalisine “Uc” emiri veya atabey
olarak gönderilmiş görülmektedir. Önceki yıllarda I. Mesut’un oğlu şehzade
Şahinşah’ın da bu havaliye melik tayin edildiği düşünülürse Selçukluların
Çankırı-Kastamonu havalisinde ilk devirlerden itibaren bir Uc teşkilatı
oluşturmaya çalıştıkları sonucuna ulaşılabilir. [4]
Hüsameddin Çoban denilince akla ilk Suğdak
Seferi gelmelidir. Aslında bu sefer hareketi I. Alaeddin Keykubad dönemindeki
Selçuklu için oldukça üzerinde durulması gereken bir sefer hareketidir. İbn
Bibi eserinde bu sefere oldukça geniş yer ayırmış, beyitlerle ve anlatılarla
sefer hakkında bilgiler vermiş.
İbn Bibi’ye göre Suğdak Seferi
Üç Müslüman tüccar; Suğdak halkı, Kilikya
Ermeni yöneticisi Leon ve Akdeniz’deki Frenkler tarafından kendilerine kötü
muamele edilmesi ve mallarının alıkonulması üzerine Kayseri’de Alaaddin
Keykubad’ın sarayına gelmiştir. Alaaddin, askerî bir harekâta karar vermiş ve
Suğdak’a karşı yapılacak seferi komuta etmesi için Karadeniz kıyısındaki
Kastamonu ve Sinop vilayetlerinin yöneticisi Emir Hüsameddin Çoban’ı atamıştır.
İbn Bibi eserinde Hüsamettin Çoban’a şu
şekilde buyrulduğunu aktarmaktadır:
“Tanrı’nın yardımıyla kalkıp orduyu
Suğdak sınırına doğru sür. Orası gelin gibi süslenmiş olup Rus denizine
dayanmaktadır. Suğd Hazar’ın(Karadeniz’in) yanındadır. Oraya gitmek için denizi
geçmek gerekir. Ordu, oraya varınca bir gemi bulup burca binmiş ay gibi oraya
binsin. Suğd’un, Saksın’ın, Kıpçak’ın ve Rus’un günlerini karartsın.”[5]
Bu sefer esnasında Beylerbeyi Hüsamettin
Çoban’ın başlıca görevleri şu şekilde belirlenmiştir:
1-Sultanın Selçuklu
başkentinden Kastamonu’ya bizzat gönderdiği Selçuklu komutanlarını hizmetine
alarak, yapılacak seferde onlara uygun görevler vermek.
2-Kastamonu Uc
beylerbeyliği bünyesinde mevcut ve hazır bulunan kara ordusunu en kısa sürede
hazır hale getirmek.
3-Sinop-Suğdak-Kırım
deniz ulaşım ve ticaret yolunun emniyetini sağlayarak kuzeye ilerlemek.
4-Kırım yarım adası
ve kuzeyinde yaşayan Kıpçak Türk boylarını Selçuklu egemenliğine kabul
ettirmek.
5-Kuzeydeki Rus
kabilelerini de Selçuklu egemenliği altına almak, onları vergiye bağlamak.
6-Ele geçirdiği
ganimetlerin, silahların, köle ve cariyelerin belli bir kısmını başkent
Konya’ya, sultan nezdine göndermek vb.[6]
Hüsameddin
Çoban, Suğdak’a ulaştığında, Alaeddin’e sadakat gösterileceği ve haraç
ödeneceği gibi teklifler yapan şehir halkını kaygılı bir bekleyiş içerisinde
bulmuştur. Şehir halkı, onun gayretlerini Ruslarla savaşması yönünde
değiştirmeyi denemiş, hatta Kıpçak ve Rus ordusu yardıma gelirken bir süre
nefes almak için, onlara karşı yapacağı savaşta Hüsameddin Çoban’a yardım
etmeyi teklif etmiştir. Buna karşın Hüsameddin Çoban onların bu önerilerini
reddetmiş, askerî birliklerini başarıyla karaya çıkararak bir ziyafet tertip
etmiştir. Ne var ki, sonraki sabah zorlukla püskürtebildiği ani ve beklenmedik
bir düşman saldırısıyla karşılaştı. İbn Bibi eserinde şu bilgileri vermiştir: “Elçi, Melikül Ümera Hüsameddin’in huzuruna
varınca yaşlı ve aciz oluşundan örümcek ağı gibi karışık ve akıldan uzak sözler
söylemeye başladı. Kendisinden söylenilmesi istenen sözlerden yalnızca şunları
söyleyebildi: ‘Bizim siz Melikül Ümera’dan beklentimiz geri dönmenizdir. O
zaman biz hizmette yaptığımız kusurun karşılığını imkânımız ölçüsünde öderiz.
Kulluk rüsumumuzu yeniler, onu galiz yeminler ve sağdık anlaşmalarla
pekiştiririz. Hâlihazırda buraya kadar zahmet çekmiş olan bu ordunun nal
baha’sı olarak 50 bin dinar öderiz.’”[7]
Yapılan savaşın ardından Rus hükümdarı
Hüsameddin’e, sultana sadakatini bildirmek için bir elçi göndermiştir.
Hüsameddin elçiyi kabul etmiş ve Rusların haraç ödemesi şartıyla barış
imzalanmıştır. O daha sonra, kadın ve erkek kölelerin içinde bulunduğu çok
büyük miktarda ganimeti Anadolu’ya göndermiştir. Daha sonra Hüsameddin,
şiddetli bir çatışmanın ardından düşen şehre girmiştir. Şehrin ileri gelenleri
tekrar Alaeddin’e sadakat, haraç teklifi ve Müslüman tüccarların mallarının
geri verilmesi gibi önerilerle Hüsameddin’i teskine çalışmışlarsa da bu işe
yaramamıştır. Alaeddin’in emirleri gereğince, Hüsameddin şehirde şer’i kanunu
ve İslâm’ı hâkim kılmıştır. Bir cami inşa edilmiş ve buraya dinî görevliler
atanmıştır. Bu, yeni bir şehir fethedildiği zaman yapılan bir Selçuklu
geleneğiydi. Diğer taraftan bu durum halka din değiştirmeleri için baskı
yapıldığını ifade etmez.[8]
Daha sonra Hüsameddin’in ordusu, Suğdak’ın önemli ailelerinden alınan esirlerle
eve dönmek için ayrılırken, şehirdeki garnizona bir alay asker bırakmıştır.
İbn Bibi dışında, bu sefer hakkında pek
güvenilir ve açıklayıcı bilgiler olmasa da sefere değinen birkaç kişinin daha
eseri vardır; et-Taberî’nin Tarihu’r-Rusûl ve’l-Mulûk olarak adlandırılan büyük
Arapça kroniği[9], Osmanlı
tarihçisi Müneccimbaşı (ölm. 1702)’nın Camiu’d-Düvel
olarak adlandırılan Arapça kroniği[10],
Saltukname ve Suğdak’ın Synaxary’sı[11].
Suğdak Seferi
Peacock seferin tarihini şu sözlerle
anlamaya başlıyor: “Erken dönem
kaynakları hiçbir surette tarih vermezken, et-Taberî’nin müstensihi ve
Müneccimbaşı tarihlemede umulan, güvenilir bir açıklıkta değildir. Sadece
Yakubovski akla uygun bir tarih (1221 veya 1222) vermiştir ve onun delillerine
farklı bir kronoloji öneren yazarlar tarafından bile itiraz edilmemiştir. Buna
karşın Yakubovski’nin tüm delillerini kayıtsız bir şekilde kabul etmek çok
zordur. Örneğin o, İbn Bibi’nin Suğdak Seferi’nden önce 618/1221 yılında (İbn
Bibi’nin verdiği birkaç tarihten biri ve epigrafik delillerle desteklenenlerden
biri) Konya’nın surlarının inşa edildiğine dikkat çeker ve böylece bu seferin ‘terminus ante quem’ (bir
şey için olası en geç tarih) olmak zorunda olduğunu belirtmiştir. Ancak
Turan’ın doğru bir şekilde tespit ettiği gibi, İbn Bibi’nin
el-Evâmiru’l-Alaiyye’de, elindeki materyalleri kronolojik bir sırayla
düzenlediğini varsaymamız için bir sebep yoktur.” Turan olarak bahsettiği
Osman Turan’dır ve kitabın adı da ‘Selçuklular
Zamanında Türkiye’dir.
İslâm kaynakları Kırım’ın istilası için
kesin bir tarih vermemesine karşın, Suğdak’ta Selçuklu işgalinin sonunu
belirten bir delil vardır. İbn Bibi’nin eserine yapılmış Yazıcızâde Ali’nin
Osmanlıca tercümesindeki bir not, bu işgalin Tatar fetretine bir başka deyişle
Moğol istilasının gerileyişine değin sürdüğüne işaret etmektedir. Ancak bu tek
başına faydalı değildir, çünkü Suğdak’ta iki defa Moğol işgali vardır,
bunlardan birincisi Ocak 1223, ikincisi Aralık 1239’dur. Ve bu, İlhanlı emir ve
tarihçilerinden Reşidüddin gibi Moğol kaynakları tarafından da doğrulanmıştır.
Buna karşın çağdaş Arap tarihçisi İbnü’l-Esir şöyle kaydetmektedir: “Tatarlar (Moğollar) Suğdak’a ulaştığında,
orayı işgal ettiler. Oranın halkı dağıldı, onların bazısı denizden karşıya
geçip, Kılıç Arslan soyundan gelen (Selçuklular) Müslümanların elinde bulunan
topraklara ulaşırken, bazısı aileleri ve mallarıyla birlikte dağlara kaçtı”.[12]
İbnü’l-Esir bu olayları 620/1223’e
tarihlendirmektedir. Nüfusun bir kısmının Müslüman Anadolu’ya kaçması gerçeği,
Suğdak’ın ya bu tarihte ya da yakın bir geçmişte Selçukluların elinde olduğunu
akla getirmektedir. Böyle bir bağlantı kurmaksızın, genel itibarıyla Hıristiyan
olan bu nüfusun, Suğdak’tan iki günlük bir yolculukla kolaylıkla Hıristiyan
Trabzon’a gidebilecek veya bazılarının açıkça yaptığı gibi Kırım’ın ortasındaki
dağlarına gizlenebileceklerinden, Müslüman topraklarına kaçması çok az teşvik
edici olabilirdi.[13]
Peacock makalesinde İbn Bibi’nin Kilikya,
ayrıca Akdeniz ve Kırım seferlerinin sebebinin, yerel yöneticiler tarafından
Müslüman tüccarlara kötü muamele yapılmasından kaynaklandığını belirttiğini
söylemektedir ki bunu “İbn Bibi’ye göre
Suğdak Seferi” başlığının ilk paragrafında belirtmiştim.
Peacock makalesinde şu değerlendirmeleri
yapmaktadır: “Suğdak üzerinden
gerçekleşen Karadeniz ticareti, Selçuklular ve rakipleri Büyük Komnenoslar
tarafından yönetilen Hıristiyan Trabzon için çok önemliydi. Cahen’in
belirttiğine göre, 13. yüzyılın başlarında Karadeniz’in kuzey sahillerindeki
tüccarlar tarafından Sivas’ta büyük bir antrepo kurulmuş ve Selçukluların deniz
kıyısında bir pazar ele geçirme hayali 1214’te Sinop’u fethetmeleriyle
gerçekleşmiştir. Bu sefer, Kırım’a ve tüm Suğdak içlerine doğru yapılabilirdi,
Selçukluların Ruslarla gerçekleştirdikleri ticarette “gerekli kürkleri, balı ve
doğal olarak o yöreden sağlanmak istenen tutsakları elde etmek yönünden
önemliydi. Ayrıca, böylelikle daha uzaktaki Müslüman ülkelerine giden malların
kendi limanlarından geçmesini sağlayabiliyor ve Trabzon’la rekabet
edebiliyorlardı.” Aslında Müslüman tüccarların Suğdaklıların kötü
davranışlarını şikâyet etmeleri, bu tüccarların belirgin bir biçimde Kıpçak,
Bulgar ve Rus topraklarında faaliyette bulunduklarını göstermektedir. Ve bu
sebepten böyle bir ticarî taahhüt verilmek zorundadır. İbn Bibi, Selçuklu
seferine karşı Suğdak’ın Rus meliki veya Rus kralı ile müttefik olduğundan
bahsetmektedir. Şüphesiz, Rusların isteksizliği Güney Karadeniz sahiliyle
kazançlı ticarî ilişkilerine zarar verecektir ve Ruslar müttefikleri Suğdak’ı
kısa bir süre içerisinde Selçuklulara terk etmeleri hikâyeyi doğrulamaktadır.”
Peacock değerlendirmelerine devam eder: “İbn Bibi’den biliyoruz ki, Hüsameddin
doğrudan köle ticaretine dâhil olmuştur. İbn Bibi, Hüsameddin ve diğer emir
Seyfeddin Kızıl için “kölelerin çoğunu onlar, Müslüman olmayan topraklardan
(Dāru’l-Harb) getirmiştiler, onları büyük mevkilere ve emaretlere çıkardı .”
demektedir. Aslında köleler sadece orduyla ilgili değildi; lâkin devletteki
bazı önemli kişiler, kısa bir dönem sonra vezir olan Celaleddin Karatay’da
olduğu gibi, köle kökenliydi. Selçukluların ve özellikle Hüsameddin’in
Kırım’daki amacının çoğu bu önemli emtianın kaynağını kontrol altında tutma
isteğinden kaynaklanmaktaydı. İbnü’l-Esir bu köleleri (el-Cevarî ve’lMemâlik)
Suğdak’ın temel ihraç malları olarak kaydederken; İbn Bibi, özellikle
Hüsameddin’in Kırım’dan hâkimiyeti altındaki Sinop ve Kastamonu’ya, ayrıca
kendi mülküne kadın ve erkek köleler gönderdiğine işaret etmiştir.”
Makalesinin sonuç bölümünün ilk paragrafı
ise şu şekildedir: “Kaynakların tüm
kısıtlamalarına rağmen, Kırım’daki Selçuklu istilası hakkındaki olayların esas
sırasını tespit etmek mümkün olmuştur. Suğdak seferi münferit bir olay
değildir, ancak Çukurova ve Trabzon’a karşı amaçlanan tutkulu seferler
serisinin bir parçasıdır. Bu seferler büyük ölçüde ticarî amiller tarafından
teşvik edilmiştir: Ticarî yolları rakiplerden koruma ve garanti altına alma
ihtiyacı, ayrıca Selçuklu Devleti’nin köleler hususundaki doymak bilmez
iştahı.”
Hüsamettin Çoban Bey’in adına Suğdak
Seferi’nden sonra kaynaklarda rastlanmadığı Yaşar Yücel tarafından
söylenmektedir. Ne ölüm tarihini ne de mezarının yeri bilinmemektedir, diyor ancak
Cevdet Yakupoğlu’nun yazısında Hüsamettin Çoban Bey’in, 1237 yılı öncesinde
vefat ettiği tahmin olunduğunu söylüyor. Kabri, Kastamonu merkezinde bulunan
Atabey Gazi (Kırkdirekli) Camii doğu bitişiğinde bulunan türbe içindedir,
demektedir.
Günümüzde Kastamonu’da kalenin hemen doğu
eteğinde bulunan Atabey Gazi Camii halen ayakta ve ibadete açık olup, camii
imamı Cuma günleri minbere kılıçla çıkmakta ve böylece Atabey Gazi yani
Hüsamettin Çoban Bey’in Kastamonu’nun fatihi olduğu mesajını genç nesillere
aktarmayı sürdürmektedir.
Hüsamettin Çoban’dan Sonra Çoban Oğulları Beyliği
Hüsamettin Çoban’dan sonra, kaynaklardan
anlaşıldığına göre oğlu Alp Yürek onun yerini aldı. Bu bey zamanında Anadolu’da
Baba İshak’ın başını çektiği büyük bir Türkmen ayaklanması çıkmış, sosyal ve
ekonomik yapı alt üst olmuştu (1240). Bunun hemen ardından Moğollar, 1243
yılında işgalci güçler olarak Anadolu’ya girmişler ve Kösedağ denilen mevkide
Türkiye Selçukluları ordusunu bozguna uğratmışlardı. Bu iki hadise sonucu
Anadolu’da yavaş yavaş Moğol işgal ve baskısı oluşmuştur. Selçuklular Moğollara
vergi vermek zorunda kalmışlardır. Çobanoğulları da bu durumu kabullenmiştir.
Dolayısıyla Alp Yörük etkin bir siyaset izleyememiştir.
Bu emirin adı Taşköprü'deki 729/1328-29
tarihli Muzaffereddin medresesi kitabesinde, İbn Bibi'de ve Hoylu Hasan b.
Abdülmümin tarafından Muzaffereddin Yavlak Arslan (Alp Yürek'in oğlu) adına
kaleme alınmış. Nüzhetü'l-küttâb ile
yine onun, Muzaffereddin Yavlak Arslan'ın oğlu Mahmud Bey adına telif etmiş
olduğu, Kavâ'idü'l -risâil adlı
inşâ'ya dair iki eserde de geçmektedir. Yine oğlu Muzaffereddin Yavlak Arslan
adına telif edilmiş Fustatu'l-adale fi kavâ'id
saltana adlı eserde adı birkaç harf farklı olarak yazılmıştır. Prof. Osman
Turan vezin icabı bunun da Alp Yürek okunması gerektiğini ve Aksarayi metninde Alp
Yürük şeklinde okunan adın da yine Alp Yürek olarak okunmasının manâ bakımından
daha doğru olabileceğini ileri sürmektedir. Yaşar Yücel makalesinde bu bilgiyi
vermekte ve bu bilgiye katıldığını belirtmektedir.
Hayatı ve hakkında devrin kaynaklarında
açıklayıcı bilgiler bulunmamaktadır. Ancak Kavâ'idü'l-risâil
Alp Yürek hakkında "şehit" vasfını kullanmaktadır. Anlaşılan o ki Alp
Yürek kısa bir süre Kastamonu Emirliği yapmış ve zamanında önemli bir olay
yaşanmamıştır.[14]
1284-85 yılında beyliğin başına oğlu
Muzaffereddin Yavlak Arslan geçmiştir. Muzaffereddin Yavlak korkusuz, şiddetli
manasına gelmektedir. Saltukname'de adı Melik Muzaffereddin diye geçen bu
emirin, Kastamonu Uc'unda ki kâfirlere karşı amansız bir cihat açtığına işaret
edilmektedir.[15]
Anadolu’nun diğer bölgelerindeki
beyliklere kıyasla onun zamanında Kastamonu’da durum nispeten sakindi. Bununla
birlikte Yavlak Arslan, Anadolu Selçukluları arasındaki taht mücadelelerinde
aktif rol oynadı ve başlangıçta II. Mesud’a tâbi olduysa da (1284) sonradan ona
muhalefet etti.[16]
II. İzzeddin Keykavus'un Kırım'da
ölümünden (1278) sonra yanında bulunan diğer kardeşleri ve emirler, veliaht
olan büyük birader Giyaseddin Mes'ud'a biat ederek Selçuk tahtını elde etmek
üzere Kırım'dan Anadolu sahillerine geçmeğe karar vermişlerdi. Kastamonu emiri
Muzaffereddin Yavlak Arslan bu maksatla Sinop'a gelen II. Giyaseddin Mes'ud'un
hizmetine koşmuş ve ona bağlılığını bildirmişti. Ayrıca, daha önce deniz aşarak
Anadolu'ya geçen ve Amasya taraflarına geldiğinde yakalıyarak Kastamonu'da hapsettiği
şehzade Rükneddin Keyümers'i de kendisine teslim etmişti. Bilahare İlhanlı
hükümdarının yanına giden II. Mes'ud'a refakat etmiş ve onunla Tebriz'e kadar
giderek Ahmet Teküdar Han'dan Selçuklu tahtını elde etme sinde mühim rol oynamıştı. Çağdaş kaynak İbn Bibi
Ahmet Teküdar Han'ın II. Mes'ud'a Diyarbakır, Harput, Malatya ve Sivas
taraflarını verdiğini söyler. Bu olay, aynı zamanda Muzaffereddin Yavlak
Arslan'ın İlhanlılarla olan ilişkileri, yönünden de dikkate değer. Nitekim İbn
Bibi'de Kastamonu Sipehdarının İlhanlılar yanında geniş bir itibarı olduğuna
işaret etmektedir.[17]
1291 yılında İlhanlı Hükümdarı Argun’un
ölümünden sonra Moğollar arasındaki taht mücadelesi yüzünden Anadolu’daki diğer
Türkmen toplulukları gibi Çobanoğulları Beyliği’nde de kıpırdanmalar başladı.
Anadolu tekrar karışıklıklar içine düştü. Muzaffereddin Yavlak Arslan bu iç
karışıklıklar sırasında öldü. Yerine geçen oğlu Mahmud, Çobanoğulları
Beyliği’nin son emîridir. Beylik dönemi uzun sürmemekle birlikte onun zamanında
Bizans topraklarına akınlar yapılmış ve Sakarya nehrinin batı tarafındaki bazı
yerler fethedilmiştir.
Mahmud Bey’in Türk dünyasının ünlü mizah
ustası Nasreddin Hoca ile aynı kişi olduğuna dair iddialar vardır. Çünkü
1284-1291 yılları arsında Selçuklularda müstevfilik (maliye bakanlığı)
görevinde bulunan Hoca Nasreddin adlı şahıs Kırşehir, Aksaray, Konya ve
çevrelerindeki çalışmaları sırasında iyi huyu ve tatlı dili sayesinde
Moğolların katliam ve zulümlerini durdurmuş, halkın sıkıntılarını hızlı bir
şekilde çözmüş, adaletli bir vergi sistemi uygulamış ve İlhanlıların Anadolu
valilerinden Samagar Noyan ve Geyhatu’nun gözüne girmeyi başarmıştır.
Dolayısıyla Hoca Nasreddin ile Nasreddin Hoca tipi birebir örtüşmektedir. Hoca
Nasreddin’in babası ise Selçukname adlı kaynakta Yavlak Arslan olarak
gösterilmiştir. Dolayısıyla Çobanoğulları hükümdarı Yavlak Arslan oğlu
Nasıreddin Mahmud ile Selçuklu hizmetinde bir süre maliye bakanlığı yapmış
bulunan Hoca Nasıreddin (Nasreddin Hoca) muhtemelen aynı kişidir.[18]
O sıralarda Osman Bey’den daha nüfuzlu bir
durumda olduğu anlaşılan Emîr Mahmud’un Candaroğlu Süleyman tarafından mağlûp
edilmesinden (1309) sonra Çobanoğulları Beyliği sona erdi ve yerini
Candaroğulları aldı.[19]
Çoban Oğulları Beyliği’nde İlim ve Sanat
Bu emîrlerin âlim ve sanatkârlara
gösterdikleri yakınlık Orta Asya, İran ve Irak taraflarından birçok ilim adamı,
mütefekkir ve sanatkârın Kastamonu’ya gelmesine sebep oldu. Bunlar
Çobanoğulları beyleri için eserler kaleme aldılar. Adına en çok eser yazılan
emîr, Muzaffereddin Yavlak Arslan’dır. Nitekim Anadolu’da uzunca bir süre
müderrislik ve baş kadılık görevlerinde bulunan, astronomi, fizik, felsefe ve
coğrafya alanında ün kazanmış büyük âlim Kutbüddîn-i
Şîrâzî Kastamonu’ya gelerek yazdığı İhtiyârât-ı
Muzafferî adlı astronomi kitabını ona ithaf etmiştir (Ayasofya Ktp., nr.
3595). Aynı şekilde Muhammed b. Mahmûd
Fustatu'l-adale fi kavâ'id saltana
adlı Farsça eserini, Hoylu Hasan b.
Abdülmümin Nüzhetü’l-küttâb adlı inşâ kitabını yine Yavlak Arslan adına telif
etmiştir. Hasan b. Abdülmümin, Emîr Mahmud adına da Kavâidü’r-resâil adıyla bir inşâ kitabı
yazmıştır.[20]
CANDAR OĞULLARI BEYLİĞİ HAKKINDA[21]
XIV. yüzyılın başlarında Kastamonu ve
Sinop civarında kurulan bir Türk beyliğidir.
Sultan II. Mesut devrinde Konya Selçuklu
sarayında görev yaptığı ve Mesut’un subaylarından biri olduğu anlaşılan
Şemsettin Yaman Candar’ın “Derbendler Savaşı”nda önemli bir yararlık göstermesi
üzerine II. Mesut, Geçmişte Yavlak Arslan’a ait olan Çobanoğulları
topraklarının idaresini mükâfat olarak bu beye vermiştir. Ancak Şemsettin Yaman
Candar, o sırada Çobanoğulları beyliğinin başına geçmiş bulunan Yavlak Arslan
oğlu Nasıreddin Mahmut Bey’den bu havaliyi almayı başaramamış, sadece Eflani
yöresini ele geçirebilmiştir. Böylece 1292 yılından itibaren Eflani merkezli
olarak Candaroğulları Beyliği’nin temelleri atılmış görünmektedir. Ancak bu
tarihte henüz bağımsız bir Candaroğulları beyliğinden bahsetmek mümkün değildir.[22]
Daha sonra başa oğlu Süleyman Paşa geçti.
Çobanoğulları beyliğinin zafiyetlerini gördü ve yararlandı. Bir süre Eflâni’de
oturan Süleyman Paşa, Kastamonu ve Safranbolu’yu alarak hâkimiyet sahasını
genişletti ve beyliğin merkezini Kastamonu’ya nakletti. Daha sonra Sinop’u da
ele geçirerek buranın idaresini oğullarından İbrahim Bey’e, Safranbolu’nun
idaresini ise öteki oğlu Ali Bey’e verdi. Süleyman Paşa, Pervaneoğulları’nın
elinde bulunan Sinop’u da 1322’lerde beyliğe katmasından sonra Kuzey Anadolu’da
nüfuzunu arttırdı. Karadeniz’de Cenevizler ve Trabzon Komnen hanedanına karşı
rakip güç olarak ortaya çıkmıştır. Süleyman Paşa bu faaliyeti ile Sinop’taki
eski Selçuklu ve Pervaneoğulları denizcilik tecrübesi eline geçerek Karadeniz
ticaretinde söz sahibi olmayı hedeflemiştir. Beyliğin topraklarını
genişletmesine rağmen Süleyman Paşa’nın İlhanlı hâkimiyetini tanımaya ve onlara
vergi vermeye devam ettiği anlaşılmaktadır. 1314 yılında Anadolu’ya gelerek
Erzincan’ın batı tarafındaki Karanbük mevkiinde konaklayan İlhanlı valisi Emir
Çoban’ı ziyarete giderek itaatte bulunan ve kendilerine hil’atler giydirilen
beyler arasında Süleyman Paşa’nın da olduğu kaydedilmiştir.[23]
Ancak 1327 yılında Demirtaş’ın Anadolu genel valiliğinin sona ermesi ve 1335’te
Moğol Hükümdarı Ebu Said Bahadır Han’ın ölümü ile ortaya çıkan karışıklıklardan
faydalanan Süleyman Paşa bağımsızlığını ilân etti. Nitekim hükümdarlığının son
beş yılında kestirdiği sikkelerde “es-sultânü’l-a‘zam”
unvanını kullanması bunun açık delilidir.
Mevlânâ ailesiyle dostça münasebetlerde
bulunan Süleyman Paşa, Mevlânâ’nın torunu Arif Çelebi tarafından iki defa
ziyaret edilmiştir. Uç beylerine yapılan bu ziyaretin gayesi, Bizans’a karşı
yaptıkları gazâlar neticesinde nüfuzları artan bey ailelerini Râfizî
şeyhlerinin tesirinden kurtarmaya yönelikti.
Candaroğulları Beyliği’nin gerçek kurucusu
olan I. Süleyman Paşa, komşuları Bizans, Osmanlı ve Tâceddinoğulları’na karşı
dengeli bir siyaset takip etti, Batı ve Orta Anadolu’ya doğru fetih teşebbüslerinde
bulunmadı. Bununla birlikte çağdaşı olan Orhan Gazi ile aralarında zaman zaman
anlaşmazlıklar çıktığı kaynaklarda belirtilmektedir (İbn Fazlullah el-Ömerî, s.
42)[24].
Osmanlılar’ın ve Candaroğulları’nın sürekli akınlarına maruz kalan Bizanslılar,
Hıristiyan bir Tatar olan İzmit Valisi Nogay’ın aracılığıyla Süleyman Paşa’ya
barış teklifinde bulundular, böylece Osmanlılar’a karşı Candaroğulları’nı
kazanmak istediler. Ancak Süleyman Paşa Bizans kalelerini muhasaraya devam
etti. Süleyman Paşa döneminin en büyük başarısı, Sinop’un ilhakı ve buna bağlı
olarak Karadeniz ticaretini ellerinde tutan Cenevizliler’le temasa geçilmesidir.
Süleyman Paşa’nın oğlu İbrahim Bey’in Sinop emirliği zamanında Sinop
Limanı’ndaki on kadar Ceneviz gemisi zaptedildi.
1331-1332 yıllarında Safranbolu ve
Kastamonu’ya uğrayan seyyah İbn Battuta, Süleyman Paşa’nın vakur ve heybetli
bir hükümdar olduğunu ve etrafında itibar sahibi din âlimlerinin bulunduğunu
yazmaktadır. Bu arada Süleyman Paşa tarafından kabul edildiğini de belirten İbn
Battuta, kendisine iyi cins bir at ve elbiseler verildiğini söyler. Hükümdarın
her gün ikindi namazından sonra kabul töreni yaptığını, her hafta cuma
selâmlığına çıktığını ilâve eder (İbn Battuta, II, 464-465). Ömerî de yaklaşık
aynı bilgileri nakletmekte, ayrıca Kastamonu’da 25.000 atlı askerin
bulunduğunu, burada iyi cins at, doğan ve atmaca yetiştirildiğini yazmaktadır. Bu
bilgilerden, Candaroğulları Beyliği’nin ekonomik bakımdan güçlü bir yapıya ve
ileri bir devlet teşkilâtına sahip olduğu anlaşılmaktadır. Süleyman Paşa 1341
yılında vefat etmiş olmalıdır. 40 yıla yakın bir süre beyliğini idare etti.
Oğlu İbrahim’in 1341 yılı içinde hükümdar olduğu bilinmektedir.
Gıyâseddin unvanıyla anılan I. İbrahim Bey
babasının sağlığında Sinop emîriydi. Tahtı elde edebilmek için babasına karşı
iktidar mücadelesinde bulundu (İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 39). Onun hükümdarlık
dönemine ait en önemli olay, 1341’de Venedik ve Cenevizliler’le yapılan deniz
savaşı sonunda birçok düşman gemisinin ele geçirilmesidir. Bundan da
Candaroğulları donanmasının Cenevizliler’le baş edebilecek güçte olduğu
anlaşılmaktadır. 1344 yılında Sinop’ta düzenlenen vakfiyesinde “Emîrü’l-muazzam sâhibü’l-ilm ve’l-kalem ve’s-seyf”
unvanlarıyla anılan İbrahim Bey’in ölüm tarihi bilinmemektedir ancak 1345 yılı
civarları ölmüş olmalıdır.
İbrahim Bey’in yerine muhtemelen amcası Yakub
Bey geçmişse de onun beylik döneminde cereyan eden olaylar hakkında bilgi
yoktur. Yakub Bey’in oğlu Adil’in 1346 yılında beyliğe geçtiği kabul edilmektedir.
Uzunca bir süre Candaroğulları Beyliği’nin başında bulunan Âdil Bey’in adaletli
bir hükümdar olduğu anlaşılmakta, fakat devrinin olayları hakkında kaynaklarda
fazla bilgiye rastlanmamaktadır. Ancak Sinop’ta ilk Ceneviz ve Venedik ticaret
kolonilerinin teşkiline bu bey zamanında izin verilmiştir ve Karadeniz’deki
deniz gücünü hala koruyan Candaroğulları ile bu denizci devletler arasında bir
ihtilafın çıkmamasına ise gayret gösterilmiştir.[25]
Bu sıralarda Anadolu beyliklerinin hâlâ Moğol teşkilâtına dâhil oldukları
anlaşılmaktadır.
Adil Bey’in oğullarından Bayezid Bey ile
Mahmut Bey, kızlarından ise Hunde Hatun’un isimleri bilinmektedir. Adil Bey,
oğullarından Kötürüm Bayezid’i, Osmanlı hükümdarı Orhan Bey’in oğlu şehzade
Süleyman Paşa’nın kızıyla evlendirmek suretiyle, komşusu olan bu beylikle
dostluğu pekişmektedir. Adil Bey’in de ölüm tarihi belli değildir.
Âdil Bey’in yerine Osmanlı kaynaklarında
“Kötürüm” lakabıyla anılan oğlu Bayezid geçti. Kestirdiği paralarda unvanı
Celâleddin olan Kötürüm Bayezid muhtemelen 1361 yılında bey oldu. Çeyrek yüzyıl
kadar süren beyliği zamanında Karadeniz’de Venedik ve Cenevizliler’le nüfuz
mücadeleleri olmuş, Osmanlı Devleti ile münasebetleri ise dostça gelişmiştir.
Devrin Osmanlı padişahı I. Murad’ın, Balkanlar’daki fetih hareketleri
münasebetiyle bu dostluğa ayrı bir önem verdiği anlaşılmaktadır. Ancak I.
Murad’ın Avrupa topraklarındaki başarıları, ayrıca Germiyanoğulları Beyliği
topraklarını oğluna aldığı Germiyan beyinin kızının çeyizi olarak,
Hamîdoğulları Beyliği’ne ait bazı yerleri de satın alarak ülke sınırlarını
Anadolu’da da genişletmesi Kötürüm Bayezid’i endişeye düşürdü. Fakat barış
taraftarı olan Osmanlı padişahına itaatini arz etmekten de geri kalmadı. Bu
arada, damadı olan Amasya Türkmen Emîri Ahmet’le ilişki kurarak Osmanlılar’a
karşı güç birliği teşebbüsünde bulundu. Kendisi de zaman zaman Sivas Hükümdarı
Kadı Burhaneddin’e karşı damadına askerî yardımda bulunmuştu.
Kötürüm Bayezid dönemi, oğulları arasında
taht mücadelelerine de sahne olmuştur. Babasının, tahtı küçük oğlu İskender’e
bırakma niyetini anlayan büyük oğlu Süleyman kardeşini öldürmüş, bunun üzerine
Bayezid, Süleyman’ın çocuklarını ve bu işte rolü olduğu anlaşılan kendi kızını
öldürtmüştür (1383). Süleyman ise Osmanlı padişahına sığınmış, bu iltica olayı
iki devlet arasındaki barış devrinin sona ermesine sebep olmuştur. Öteden beri
rakip gördüğü Osmanlılar’ın bu iktidar buhranından faydalanmak istediğini
anlayan Kötürüm Bayezid, hemen Kadı Burhaneddin ile ilişkilerini düzeltme
teşebbüsünde bulunmuştur. I. Murad bir Osmanlı ordusu ile Süleyman’ı babasının
üzerine gönderdi. Kastamonu’da yapılan savaşta Kötürüm Bayezid yenilerek
Sinop’a çekildi. Kastamonu’yu ele geçiren Süleyman Paşa ise hükümdarlığını ilân
etti. Böylece Candaroğulları Beyliği ikiye ayrıldı. Bu sırada Amasya’da bulunan
Kötürüm Bayezid’in diğer oğlu İsfendiyar süratle Sinop’a babasının yanına
döndü. Osmanlı padişahının himayesinde Kastamonu beyi olan II. Süleyman
Paşa’nın hükümdarlığı uzun sürmedi; zira I. Murad bizzat Kastamonu’ya gelerek
Süleyman Paşa’yı hapsetti ve Candaroğulları Beyliği’nin Kastamonu şubesini
Osmanlı topraklarına kattı. Fakat Kastamonu halkının Süleyman lehine harekete
geçmesi üzerine Sultan Murad bir süre sonra burayı ona bırakmak zorunda kaldı.
Ancak Süleyman Paşa babasının süratle Kastamonu’ya gelmesi üzerine tekrar
Osmanlı padişahına sığındı ve ikinci defa Kastamonu’ya hâkim oldu (1384).
İkinci ilticası sırasında Osmanlı padişahı, kızı Sultan Hatun’u Süleyman Paşa
ile evlendirerek onu kendisine damat edindi. 1392 yılında beyliğin Kastamonu
kolu geçici olarak Osmanlıların eline geçmiştir. Süleyman’ın ikiyüzlü
politikasının cezasını beylik ağır olarak ödemiştir. Kadı Burhaneddin ve Osmanlılar
arasındaki samimiyetsizliği ikiyüzlülüğünün göstergesidir.[26]
Kötürüm Bayezid’in 1385 yılında ölmesi
üzerine Sinop beyliğine oğlu İsfendiyar geçti. Süleyman Paşa ise hamisi olan
Osmanlı Devleti ile bir süre iyi geçindi; I. Murad’ın 1386’da yaptığı Karaman
seferinde ve I. Kosova Savaşı’nda askerî yardımlarda bulundu. Bu dostluk
Yıldırım Bayezid’in saltanatının ilk zamanlarında da devam etti. Nitekim
Yıldırım’a karşı Anadolu beylikleri arasında yapılan ittifaka Süleyman Paşa
katılmamış, hatta Osmanlı padişahına yardım etmiştir. Ancak bir yandan da
Yıldırım Bayezid’in Anadolu birliğini kurma yolundaki başarılarından ürkerek
çok geçmeden Osmanlılar’a karşı düşmanca bir tavır takınmaya başladı. Bu yüzden
Kadı Burhaneddin ile bir dostluk antlaşması yaptı ve 1392 yılında Yıldırım’a
karşı Karamanoğlu Ali Bey’e yardımda bulundu. Bu son olay, Karamanoğulları
Beyliği’ni tâbiiyeti altına alan Yıldırım Bayezid’in Candaroğulları’na karşı
tutumunun değişmesine sebep oldu. 1391’de Kastamonu üzerine yürüyen Osmanlı padişahı,
Kadı Burhaneddin’in araya girmesiyle bu seferden vazgeçti. Ertesi yıl tekrar
Kastamonu’yu ilhak teşebbüsünde bulunan Yıldırım’a karşı Süleyman Paşa yine
Kadı Burhaneddin ve Karamanoğlu’na başvurduysa da bir sonuç alamadı. Yıldırım
Bayezid büyük bir ordu ile Candaroğlu ülkesine girdi ve Süleyman Paşa’yı mağlûp
ederek öldürdü. Böylece Candaroğulları Beyliği’nin Kastamonu şubesi Osmanlı
Devleti topraklarına katılmış oldu (1392).
İsfendiyar Bey, 1392’de kardeşi II.
Süleyman Paşa’nın Yıldırım Bayezid tarafından öldürülmesi ve Kastamonu’nun
Osmanlılar eline geçmesinden sonra ise Yıldırım Bayezid’e tabii olarak
beyliğini Sinop şubesi şeklinde devam ettirmeyi başarmıştır. 1385 yılından 1402
yılına kadar bu durum devam etmiştir.
Timur’un Anadolu’da görünmesinden sonra
onun etrafında toplanan beyler arasında İsfendiyar da vardı. Ankara Savaşı’nda
(1402) Yıldırım Bayezid’in yenilmesi üzerine Kastamonu dâhil beyliğin eski
topraklarına tekrar sahip olan İsfendiyar Bey’e, kendisiyle birlikte Batı
Anadolu seferine katılmasından dolayı Timur, Çankırı ve Kalecik’i de vermişti.
Böylece İsfendiyar Bey Timur’a tâbi olarak Candaroğulları Beyliği’nin başına
geçti. Timur’un Semerkant’a dönmesinden sonra Yıldırım’ın oğulları arasında
çıkan taht kavgalarına da karışan İsfendiyar Bey’in güçlü şehzadeye karşı
zayıfı tutarak mücadelelerin uzamasını sağlamaya çalıştığı görülmektedir.
Düzmece Mustafa olayında Mustafa Çelebi’yi, Şeyh Bedreddin olayında da
Bedreddin’i destekledi. Ancak oğlu Kasım’ın Osmanlı padişahına sığınarak
Kastamonu ve Çankırı dolaylarının kendisine verilmesini istemesi, Çelebi
Mehmed’in de onu desteklemesi iki ülke arasındaki ilişkilerin iyice bozulmasına
sebep oldu. İsfendiyar Bey, Çelebi Mehmed’in bu yerleri Kasım’a terk etmesi
teklifini reddedince Osmanlı padişahı Kastamonu’ya yürüdü ve İsfendiyar’ın
çekildiği Sinop’u muhasara etti. Çaresiz kalan Candaroğlu beyi Osmanlılar’a
tâbi oldu. Ilgaz Dağı sınır kabul edilerek Osmanlı himayesindeki Kasım Bey’e
istediği yerler verildi. Böylece Candaroğulları Beyliği tekrar ikiye bölündü.
Ancak Çelebi Mehmed’in ölümünden sonra harekete geçen İsfendiyar Bey, oğlu
Kasım’ı Çankırı, Kalecik ve Tosya’dan çıkardı. Yeni padişah II. Murad’ın
İsfendiyar Bey’e karşı kuvvet göndermesi üzerine de barış yapıldı. İsfendiyar
Bey, Çelebi Mehmed’in küçük oğlu Mustafa’nın ağabeyi II. Murad’a karşı
ayaklanması olayında Şehzade Mustafa’yı destekledi ve emrindeki kuvvetlerle
Taraklı-Borlu’ya kadar ilerledi. Şehzadenin öldürülmesinden sonra Bolu-Gerede
arasında yapılan savaşı kaybederek Sinop’a çekildi ve tekrar Osmanlı
tâbiiyetini kabul etti. İsfendiyar Bey’i takip eden Osmanlı kuvvetleri
Kastamonu ve Bakır Küresi’ni aldılar. Bunun üzerine İsfendiyar Bey küçük oğlu
Murad başkanlığında gönderdiği bir heyetle barış istedi. Ayrıca devlet
adamlarına yolladığı hediyeler ve yazdığı mektuplarla barış hususunda aracı
olmalarını rica etti. Bu arada torunu Hatice Sultan’ın[27]
Osmanlı padişahıyla evlenmesi teklifinde de bulundu. Devlet adamlarının araya
girmesiyle II. Murad barışa razı oldu ve Hatice Sultan’la evlendi. 1423 yılında
yapılan anlaşmaya göre Kasım Bey’e istediği yerler geri verilecek, Osmanlı
işgali altındaki Kastamonu ve Bakır Küresi İsfendiyar Bey’e iade edilecek,
ancak Candaroğlu, Bakır Küresi hâsılatının önemli bir kısmını Osmanlı
Devleti’ne gönderecek ve gerektiğinde Osmanlı ordusunu askerî yönden
destekleyecekti. İsfendiyar Bey 1412-1429 yılları arasında Memlük Sultanlığı
ile de dostça münasebetlere girmiş, fırsat düştükçe Osmanlılar aleyhine
faaliyetlerde bulunmaktan da geri durmamıştır. Candaroğulları Beyliği’nin bazı
kaynaklarda İsfendiyaroğulları adıyla anılması, bu beyin yarım asır kadar süren
hükümdarlığı sebebiyledir.
İsfendiyar Bey döneminde dini, ilmi, tıbbi
mahiyette Türkçe, Arapça ve Farsça eserler kaleme alınmıştır. Sinoplu hekim Mukbil oğlu Mümin
tarafından İsfendiyar Bey adına Türkçe yazılmış tıbba dair olan eser “Mistahu’n-nur…” bunlardan biridir. Cevarihu’l-Esdaf, Tezkiretü’l Evliya ve Aynü’l-Hayat adlı eserler de İsfendiyar
Bey adına yazılmış Miracname adlı eser de İsfendiyar Bey zamanında ortaya
konulmuştur. Dört bölüm üzerine tertip edilmiş olan ve yazarın ismi bilinmeyen Hülasatü’t-Tıbb adlı Türkçe eser de
İsfendiyar Bey’in oğlu Kasım Bey adına yazılmıştır.
İsfendiyar Bey 842’de (1439) ölünce yerine
oğlu İbrahim geçti. Tâceddin unvanını alan bu hükümdar zamanında önemli bir
hadise olmadı. II. Murad’ın eniştesi ve kayınpederi olan Tâceddin İbrahim Bey
1443 yılında Sinop’ta öldü ve yerine büyük oğlu İsmail geçti. Kemâleddin
unvanıyla anılan İsmail Bey zamanında bir iktidar buhranı ortaya çıktı. İsmail
Bey hükümdarlığının ilk yıllarında kardeşi Kızıl Ahmet’le uğraştı. Osmanlılar’a
başvuran Kızıl Ahmet beylik için gerekli desteği alamadı, sadece Bolu sancağını
elde edebildi. 1444 yılında İsmail Bey II. Murad’a elçi ve hediyeler göndererek
dostluğunu pekiştirdi. Ancak bu tarihteki ilk cülûsunda II. Mehmed ve
etrafındakilerin bu barışçı politikayı desteklemedikleri görülmektedir. II.
Murad’ın idareyi tekrar ele almasından sonra ise Candaroğlu-Osmanlı münasebetleri
tekrar dostça devam etti. 1450’de Dulkadiroğlu Süleyman Bey’in kızıyla evlenen
Şehzade Mehmed’in düğününe gelenler arasında Candaroğlu İsmail Bey de vardı.
II. Mehmed’in kesin cülûsundan sonra da dostluğu sürdüren İsmail Bey, İstanbul
muhasarasında askerî yardımda bulunmuş, bir rivayete göre bizzat muhasaraya da
katılmıştır.
İstanbul’un fethinden sonra Fâtih Sultan
Mehmed’in Anadolu birliği politikasından Candaroğulları Beyliği de etkilendi.
İsmail Bey, müttefik bulmak için Trabzon-Rum imparatorunu aracı yaparak Batı Hıristiyan
dünyası ile temasa geçmişti. Nitekim 1460’ta Roma’ya giden elçiler arasında
İsmail Bey’in elçisi de vardı. Öte yandan Trabzon-Rum imparatoru, Akkoyunlu
Hükümdarı Uzun Hasan ve Karamanoğulları Beyliği kendi aralarında bir güç
birliği oluşturmuşlardı. Fakat ertesi yıl Fâtih Sultan Mehmed’in önce
Kastamonu, sonra da Sinop’u alarak Candaroğulları Beyliği’nin topraklarını
ilhak etmesi üzerine bu teşebbüsten bir sonuç alınamadı. Sinop’ta Fatih’in
huzuruna çıkan İsmail Bey Osmanlı padişahının iltifatına mazhar oldu. İsmail
Bey’e Bursa civarındaki Yenişehir ve Yarhisar tımarlarını tevcih eden Fâtih,
oğlu Hasan Bey’e de Bolu sancağını verdi. Ancak kardeşi Kızıl Ahmet’in Uzun
Hasan’a iltica etmesi üzerine Anadolu’da kalması mahzurlu görülen İsmail Bey
Filibe’ye nakledildi ve 1479 yılında orada öldü. Filibe civarında mescit ve suyolları
yaptıran İsmail Bey zamanında ilim ve sanatta büyük ilerlemeler olmuş, başta
Kastamonu ve Sinop olmak üzere birçok yerde cami, mescit, han, hamam, çeşme
gibi sosyal tesisler inşa edilmiştir.
İsmail Bey’in yerine Candaroğulları’nın
başına 1461 yılında Osmanlı himayesinde Kızıl Ahmet Bey geçti. Fakat bunun
beyliği tamamen görünüşte kaldı ve çok kısa sürdü. Çünkü Fâtih, Kızıl Ahmet’e
Mora sancağını vererek Candaroğulları Beyliği’ni kesin olarak ilhak etti. Ancak
Kızıl Ahmet Mora’ya gitmeyerek önce Karamanoğlu İbrahim Bey’e, sonra da Uzun
Hasan’a sığındı. Fâtih-Uzun Hasan rekabetinin gelişmesinde önemli rol oynayan
Kızıl Ahmet, Otlukbeli Meydan Savaşı’nın çıkmasına sebep olanlardandır. Savaşın
Osmanlılar lehine sonuçlanması üzerine Kızıl Ahmet bir süre daha Uzun Hasan’ın
yanında kaldı ve II. Bayezid zamanında Osmanlı Devleti’ne iltica etti. Bundan
sonraki hayatı hakkında bilgi bulunmayan Kızıl Ahmet’in ölüm tarihi de belli
değildir. Oğlu Mehmed Bey, II. Bayezid’in kızlarından biriyle evlendi. II.
Selim ve III. Murad dönemlerinin nüfuzlu şahsiyetlerinden Şemsî Ahmet Paşa
Mehmed Bey’in oğludur.
160 yıla yakın bir süre egemenlik tesis
etmiş bulunan Candaroğulları, bölgede Osmanlı Devleti ile uzun süre rekabet
etmeyi başarabilmiş mühim bir beyliktir. Osmanlıların bugünkü Batı Karadeniz
bölgesine nüfuz etmeleri çok erken dönemlerde başlamış olmasına rağmen, bu iki
güç arasındaki rekabet, ancak 1461 tarihinde neticelenmiştir. Diğer bir ifade
ile Candaroğulları Beyliği, Anadolu beylikleri tarihinde Karamanoğulları ve
Dulkadiroğulları beylikleri derecesinde uzun süre egemenlik kurabilmeyi
başarmıştır.
KAYNAKLAR
İbn Bibi, el-Evâmirü'l-Alâiyye
fi'l-umûri'l-Alâiyye(Selçukname), çev. Prof. Dr. Mürsel Öztürk, 1.
Baskı, Ankara T.C Kültür Bakanlığı yay., 1996
İslam Ansiklopedisi, Yaşar Yücel, Çoban
Oğulları Beyliği, 1993
________________ Yaşar Yücel, Candar
Oğulları Beyliği, 1993
Peacock, A.C.S., Kırım’a Karşı Selçuklu Seferi ve
Alaaddin Keykubad’ın Hâkimiyetinin İlk Yıllarındaki Genişleme Politikası, çev.
Dr. Murat Keçiş-Ali Mıynat, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, c. 29 sayı: 47 s. 243-265, 2010
Şahin, Haşim, Anadolu Beylikleri El
Kitabı, 1. Baskı, Ankara, Grafiker Yayınları, 2016
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Anadolu
Beylikleri ve Akkoyunlu Karakoyunlu Devletleri, 6. Baskı, Ankara, TTK yay.,
2011
___________________ Osmanlı Tarihi I,
Ankara, TTK yay., 1988
Yücel, M. Yaşar, Çoban Oğulları Beyliği,
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih
Araştırmaları Dergisi, c. 23, sayı: 1.2, s. 61-73, 1965
_____________Candar Oğlu Çelebi
İsfendiyar Bey 1392-1439, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, c.2, sayı:2, 1964
[1] Y. Yücel, “Çoban Oğulları Beyliği”, İslam Ansiklopedisi,
1993, c. 8, s. 354-355
[2] Beylerbeyi, Abbasi
Devleti’nin merkezi otoritesinin zayıflaması sonucu eyaletlere gönderilen
valiler tarafından kurulan devletlere verilen addır.
[3] Yaşar Yücel makalesinde bu bilgiyi İbn Bibi’nin el-Evâmirü'l-Alâiyye
fi'l-umûri'l-Alâiyye isimli eserine dayandırmıştır.
[4] C. Yakupoğlu, Anadolu
Beylikleri El Kitabı, ed. Haşim Şahin, “Selçuklu Uc Beyliği: Çobanoğulları”, Ankara
2016, s. 389-407
[5] İbn Bibi, el-Evâmirü'l-Alâiyye
fi'l-umûri'l-Alâiyye(Selçukname), çev. Prof. Dr. Mürsel Öztürk, Ankara 1996, s.
319
[6] a.g.e., s. 392-393
[7] a.g.e., s. 326
[8] A.C.S. Peacock, Kırım’a Karşı Selçuklu Seferi ve
Alaaddin Keykubad’ın Hâkimiyetinin İlk Yıllarındaki Genişleme Politikası, çev.
Dr. Murat Keçiş-Ali Mıynat, s. 246
[9] a.g.m., s. 247; Kitabın
Türkçe karşılığı ‘Peygamberler ve Melikler
Tarihi’; 962’de Farsçaya tercüme
edilmiştir. Kesin olmayan bir tarihte, muhtemelen 15. yüzyılda, Farsçadan
Osmanlıcaya tercüme edilmiştir. Nitekim İranlı tercüman, çeviride aşırı serbest
davranarak Taberi’nin orijinal eserini tahrif etmiştir, Türk tercümanlar da bu
tercümeye eklemeler yapmıştır. Sık sık esere müstensihin hamisiyle ilgili veya
müstensihin kendi zamanına ulaşan pasajlar eklenmiştir. Çok sayıdaki Osmanlıca
yazmalarından birine (Süleymaniye Kütüphanesi, İstanbul, MS Fatih 4278),
Selçuklu devrinden bahseden ve seferle ilgili bir layiha (özet) eklenmiştir.
[10] a.g.m., s. 248; Bazen günümüzde kayıp olan bazı erken
dönem eserlerinden bilgiler vermesine rağmen, geç dönem eseri olmasından dolayı
sınırlı bir kıymete sahiptir. Buna karşın, Müneccimbaşı, Taberî’nin
müstensihinin dışında seferle ilgili kesin tarih veren (624-625/m. 1227) tek
yazar olmasına rağmen, Selçuklu devri için doğrudan kaynak değildir.
[11] a.g.m., s. 249; Nystazopoulou tarafından yayımlanan bu
Synaxary, Suğdak’ta Ortaçağ’da yaşanan önemli olayları kısa notlar halinde
vermektedir. Selçuklu işgalini ele alan sadece bir not vardır ki, bu da 14
Haziran’da kalenin boşaltıldığının açıklandığı kısımdır. Ne yazık ki yıl
belirtmediğinden, diğer kaynaklar tarafından ortaya çıkarılan kronoloji
problemlerinin çözümüne çok küçük bir katkı sağlamıştır. Nystazopoulou, bu
tarihleme problemini çözememiştir. Synaxary’de Selçuklular’la ilgili başka bir
bilgi yoktur. Bu da muhtemelen işgalin çok kısa sürdüğüne işaret etmektedir.
[12] a.g.m., s. 251-252
[13] a.g.m., s. 252
[14] Dr. M. Y. Yücel, Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi - DTCF Dergisi, “Çoban Oğulları Beyliği”,
1965, c. 23, Sayı: 1.2 s. 61-73
[15] a.g.m., s. 68
[16] Y. Yücel, “Çoban Oğulları Beyliği”, İslam
Ansiklopedisi, 1998, c. 8, s. 354
[17] a.g.m., s. 68-69
[18] a.g.e., s. 402
[19] a.g.m., s. 354
[20] a.g.m., s. 354
[21] Yaşar Yücel, “Candar Oğulları Beyliği”, İslam
Ansiklopedisi, 1993, c. 7, s. 146-149
[22] a.g.e., s. 410
[23] a.g.e., s. 411
[24] a.g.m., s. 147
[25] a.g.e., s. 414
[26] a.g.e., s. 416
[27] İslam Ansiklopedisi ve İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın
belirttiği isim Hatice Hatun, Cevdet Yakupoğlu’nun belirttiği isim ise Halime
Hatun’dur.
Yorumlar
Yorum Gönder