Ana içeriğe atla

Beylikler #2 - Çobanoğulları Beyliği ve Candaroğulları Beyliği

Çobanoğulları Beyliği, Moğol İstilası’nın henüz gerçekleşmediği bir dönemde ortaya çıkmış bir beylikti. Moğollar 1241-1244 yılları arasında Anadolu’nun istilasını gerçekleştirdi. Kösedağ Savaşı’yla kontrolü ele aldı. Bir hayli söz sahibi oldu ve Anadolu’yu her açıdan etkiledi. Selçuklular vergi vermeye başladı ve diğer beylikler gibi Çobanoğulları Beyliği de bu durumu kabullendi. Dolayısıyla bu dönem bey olan Alp Yörük’ün, bu araştırma yazımda etkin bir politika izleyemediğinden bahsedeceğim. Anadolu’nun diğer beylikleri düşünüldüğünde Muzaffereddin Yavlak Arslan Dönemi’nin ne kadar da sakin geçtiğinden bahsedeceğim. Bu beylik Kastamonu dolaylarında kurulmuş. Hüsameddin Çoban sınırlarını Bizans ucuna ve Trabzon İmparatorluğu ucuna doğru genişletmiş.

Yıkılışının ardından bir nevi varis gibi aynı topraklar üzerinde Candaroğulları Beyliği kuruldu. Candaroğulları’nın kuruluşunda Moğol etkisi oldu. Emir Çoban’a ve Temurtaş’a bağlılığı bildirdiler ancak Ebu Said Bahadır Han’ın ölümünden sonra bağımsızlıklarını ilan ettiler. Ardından, doğal olarak, nasıl daha etkin bir politika izlediklerini göreceğiz.

Candaroğulları’nda İsfendiyar Bey başa geçer. Günümüzde kaynaklarda, İsfendiyaroğulları adıyla da anılmakta ve yazılar yazılmakta. İsfendiyar dönemi çok karışık bir dönem olmuş. Peki, neden Candaroğulları’nı bu isimle anmışlar. Çünkü yaklaşık yarım asırlık bir İsfendiyar idaresi olmuş. Beylik, Fatih Sultan Mehmed’in seferiyle Osmanlı Devleti toprakları içine dâhil olmuştur.

Tüm bunlar nasıl olmuş ve gelişmiş bunu araştırdım ve elimden geldiğince doğru ve kesin bilgiler sunmaya çalıştım. Karşıma farklı kaynaklardan ulaştığım farklı bilgiler çıktığında dipnot olarak veya ‘şu isimli yazarın görüşü böyle’ diye metin içinde belirtmeye gayret ettim. 9 kaynak ve 27 dipnot kullanarak araştırmamı tamamladım.

ÇOBAN OĞULLARI BEYLİĞİ HAKKINDA

Bu beylik, günümüzdeki Kastamonu ve çevresinde yerleşmiş bir ikinci dönem Anadolu Türk beyliğidir. Beyliğin kuruluş tarihi kesin olarak bilinemese de Hüsameddin Çoban’ın 616 (1219-20)’da bu beyliğin başında olduğu kesin bir tarihtir. I. Alaeddin Keykubat’ın tahta çıkışından sonra (1220-21 ve 1237 arası saltanat) sarayına giderek ona bağlılığını bildirmiştir.

Hüsameddin Çoban bu beyliğin kurucusu ve ilk beyidir. Kimi tarihçilere göre, Anadolu fâtihi Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın büyük emîrlerinden Karategin’in soyundan geldiği söyleniyor. Yazıcızade Ali’ye göre Kayı boyuna mensuptur. Yazıcızade’nin bu iddiasını doğrulayabilecek bir belge bulunmamakta ancak Kastamonu-Ankara çevresindeki yoğun Kayı nüfusu bu görüşü destekleyebilecek niteliktedir.[1]

İbn Bîbî kayıtlarına göre 608 (1211-12) yılında Kastamonu melikü’l-ümerâsı[2] olarak görülen Hüsameddin Çoban’ın beyliğinin başlangıcı II. Kılıçarslan (1155-1192) zamanına kadar götürülebilir. I. İzzeddin Keykavus (1211-1220) ve I. Alaeddin Keykubad (1220-1237) zamanlarında da Bizanslılara karşı çeşitli gazâlar yapmış olan Hüsameddin Çoban’ın bu sayede çok ganimet elde ettiğini, bunlardan bir kısmını zaman zaman Anadolu Selçuklu sultanına da gönderdiğini belirtmiştir.[3]

Vakıf kayıtlarında “Atabey Gazi” unvanı ile anılmıştır. Sarı Saltuk’un destansı hayat hikâyesini konu alan Saltukname adlı eserde Atabey Gazi’nin, Selçuklu sultanının oğlunun lalası(atabeyi) olarak gösterilmesi onun Selçuklu şehzadelerinin eğitici sıfatıyla Kastamonu bölgesine gönderildiği iddiasını desteklemektedir. Buna göre Çoban Bey ve ailesi, II. Kılıçarslan’ın son yıllarında Kastamonu havalisine “Uc” emiri veya atabey olarak gönderilmiş görülmektedir. Önceki yıllarda I. Mesut’un oğlu şehzade Şahinşah’ın da bu havaliye melik tayin edildiği düşünülürse Selçukluların Çankırı-Kastamonu havalisinde ilk devirlerden itibaren bir Uc teşkilatı oluşturmaya çalıştıkları sonucuna ulaşılabilir. [4]

Hüsameddin Çoban denilince akla ilk Suğdak Seferi gelmelidir. Aslında bu sefer hareketi I. Alaeddin Keykubad dönemindeki Selçuklu için oldukça üzerinde durulması gereken bir sefer hareketidir. İbn Bibi eserinde bu sefere oldukça geniş yer ayırmış, beyitlerle ve anlatılarla sefer hakkında bilgiler vermiş.

İbn Bibi’ye göre Suğdak Seferi

Üç Müslüman tüccar; Suğdak halkı, Kilikya Ermeni yöneticisi Leon ve Akdeniz’deki Frenkler tarafından kendilerine kötü muamele edilmesi ve mallarının alıkonulması üzerine Kayseri’de Alaaddin Keykubad’ın sarayına gelmiştir. Alaaddin, askerî bir harekâta karar vermiş ve Suğdak’a karşı yapılacak seferi komuta etmesi için Karadeniz kıyısındaki Kastamonu ve Sinop vilayetlerinin yöneticisi Emir Hüsameddin Çoban’ı atamıştır.

İbn Bibi eserinde Hüsamettin Çoban’a şu şekilde buyrulduğunu aktarmaktadır:
“Tanrı’nın yardımıyla kalkıp orduyu Suğdak sınırına doğru sür. Orası gelin gibi süslenmiş olup Rus denizine dayanmaktadır. Suğd Hazar’ın(Karadeniz’in) yanındadır. Oraya gitmek için denizi geçmek gerekir. Ordu, oraya varınca bir gemi bulup burca binmiş ay gibi oraya binsin. Suğd’un, Saksın’ın, Kıpçak’ın ve Rus’un günlerini karartsın.”[5]

Bu sefer esnasında Beylerbeyi Hüsamettin Çoban’ın başlıca görevleri şu şekilde belirlenmiştir:
1-Sultanın Selçuklu başkentinden Kastamonu’ya bizzat gönderdiği Selçuklu komutanlarını hizmetine alarak, yapılacak seferde onlara uygun görevler vermek.
2-Kastamonu Uc beylerbeyliği bünyesinde mevcut ve hazır bulunan kara ordusunu en kısa sürede hazır hale getirmek.
3-Sinop-Suğdak-Kırım deniz ulaşım ve ticaret yolunun emniyetini sağlayarak kuzeye ilerlemek.
4-Kırım yarım adası ve kuzeyinde yaşayan Kıpçak Türk boylarını Selçuklu egemenliğine kabul ettirmek.
5-Kuzeydeki Rus kabilelerini de Selçuklu egemenliği altına almak, onları vergiye bağlamak.
6-Ele geçirdiği ganimetlerin, silahların, köle ve cariyelerin belli bir kısmını başkent Konya’ya, sultan nezdine göndermek vb.[6]

Hüsameddin Çoban, Suğdak’a ulaştığında, Alaeddin’e sadakat gösterileceği ve haraç ödeneceği gibi teklifler yapan şehir halkını kaygılı bir bekleyiş içerisinde bulmuştur. Şehir halkı, onun gayretlerini Ruslarla savaşması yönünde değiştirmeyi denemiş, hatta Kıpçak ve Rus ordusu yardıma gelirken bir süre nefes almak için, onlara karşı yapacağı savaşta Hüsameddin Çoban’a yardım etmeyi teklif etmiştir. Buna karşın Hüsameddin Çoban onların bu önerilerini reddetmiş, askerî birliklerini başarıyla karaya çıkararak bir ziyafet tertip etmiştir. Ne var ki, sonraki sabah zorlukla püskürtebildiği ani ve beklenmedik bir düşman saldırısıyla karşılaştı. İbn Bibi eserinde şu bilgileri vermiştir: “Elçi, Melikül Ümera Hüsameddin’in huzuruna varınca yaşlı ve aciz oluşundan örümcek ağı gibi karışık ve akıldan uzak sözler söylemeye başladı. Kendisinden söylenilmesi istenen sözlerden yalnızca şunları söyleyebildi: ‘Bizim siz Melikül Ümera’dan beklentimiz geri dönmenizdir. O zaman biz hizmette yaptığımız kusurun karşılığını imkânımız ölçüsünde öderiz. Kulluk rüsumumuzu yeniler, onu galiz yeminler ve sağdık anlaşmalarla pekiştiririz. Hâlihazırda buraya kadar zahmet çekmiş olan bu ordunun nal baha’sı olarak 50 bin dinar öderiz.’”[7]

Yapılan savaşın ardından Rus hükümdarı Hüsameddin’e, sultana sadakatini bildirmek için bir elçi göndermiştir. Hüsameddin elçiyi kabul etmiş ve Rusların haraç ödemesi şartıyla barış imzalanmıştır. O daha sonra, kadın ve erkek kölelerin içinde bulunduğu çok büyük miktarda ganimeti Anadolu’ya göndermiştir. Daha sonra Hüsameddin, şiddetli bir çatışmanın ardından düşen şehre girmiştir. Şehrin ileri gelenleri tekrar Alaeddin’e sadakat, haraç teklifi ve Müslüman tüccarların mallarının geri verilmesi gibi önerilerle Hüsameddin’i teskine çalışmışlarsa da bu işe yaramamıştır. Alaeddin’in emirleri gereğince, Hüsameddin şehirde şer’i kanunu ve İslâm’ı hâkim kılmıştır. Bir cami inşa edilmiş ve buraya dinî görevliler atanmıştır. Bu, yeni bir şehir fethedildiği zaman yapılan bir Selçuklu geleneğiydi. Diğer taraftan bu durum halka din değiştirmeleri için baskı yapıldığını ifade etmez.[8] Daha sonra Hüsameddin’in ordusu, Suğdak’ın önemli ailelerinden alınan esirlerle eve dönmek için ayrılırken, şehirdeki garnizona bir alay asker bırakmıştır.

İbn Bibi dışında, bu sefer hakkında pek güvenilir ve açıklayıcı bilgiler olmasa da sefere değinen birkaç kişinin daha eseri vardır;  et-Taberî’nin Tarihu’r-Rusûl ve’l-Mulûk olarak adlandırılan büyük Arapça kroniği[9], Osmanlı tarihçisi Müneccimbaşı (ölm. 1702)’nın Camiu’d-Düvel olarak adlandırılan Arapça kroniği[10], Saltukname ve Suğdak’ın Synaxary’sı[11].

Suğdak Seferi

Peacock seferin tarihini şu sözlerle anlamaya başlıyor: “Erken dönem kaynakları hiçbir surette tarih vermezken, et-Taberî’nin müstensihi ve Müneccimbaşı tarihlemede umulan, güvenilir bir açıklıkta değildir. Sadece Yakubovski akla uygun bir tarih (1221 veya 1222) vermiştir ve onun delillerine farklı bir kronoloji öneren yazarlar tarafından bile itiraz edilmemiştir. Buna karşın Yakubovski’nin tüm delillerini kayıtsız bir şekilde kabul etmek çok zordur. Örneğin o, İbn Bibi’nin Suğdak Seferi’nden önce 618/1221 yılında (İbn Bibi’nin verdiği birkaç tarihten biri ve epigrafik delillerle desteklenenlerden biri) Konya’nın surlarının inşa edildiğine dikkat çeker ve böylece bu seferin ‘terminus ante quem’ (bir şey için olası en geç tarih) olmak zorunda olduğunu belirtmiştir. Ancak Turan’ın doğru bir şekilde tespit ettiği gibi, İbn Bibi’nin el-Evâmiru’l-Alaiyye’de, elindeki materyalleri kronolojik bir sırayla düzenlediğini varsaymamız için bir sebep yoktur.” Turan olarak bahsettiği Osman Turan’dır ve kitabın adı da ‘Selçuklular Zamanında Türkiye’dir.

İslâm kaynakları Kırım’ın istilası için kesin bir tarih vermemesine karşın, Suğdak’ta Selçuklu işgalinin sonunu belirten bir delil vardır. İbn Bibi’nin eserine yapılmış Yazıcızâde Ali’nin Osmanlıca tercümesindeki bir not, bu işgalin Tatar fetretine bir başka deyişle Moğol istilasının gerileyişine değin sürdüğüne işaret etmektedir. Ancak bu tek başına faydalı değildir, çünkü Suğdak’ta iki defa Moğol işgali vardır, bunlardan birincisi Ocak 1223, ikincisi Aralık 1239’dur. Ve bu, İlhanlı emir ve tarihçilerinden Reşidüddin gibi Moğol kaynakları tarafından da doğrulanmıştır. Buna karşın çağdaş Arap tarihçisi İbnü’l-Esir şöyle kaydetmektedir: “Tatarlar (Moğollar) Suğdak’a ulaştığında, orayı işgal ettiler. Oranın halkı dağıldı, onların bazısı denizden karşıya geçip, Kılıç Arslan soyundan gelen (Selçuklular) Müslümanların elinde bulunan topraklara ulaşırken, bazısı aileleri ve mallarıyla birlikte dağlara kaçtı”.[12]

İbnü’l-Esir bu olayları 620/1223’e tarihlendirmektedir. Nüfusun bir kısmının Müslüman Anadolu’ya kaçması gerçeği, Suğdak’ın ya bu tarihte ya da yakın bir geçmişte Selçukluların elinde olduğunu akla getirmektedir. Böyle bir bağlantı kurmaksızın, genel itibarıyla Hıristiyan olan bu nüfusun, Suğdak’tan iki günlük bir yolculukla kolaylıkla Hıristiyan Trabzon’a gidebilecek veya bazılarının açıkça yaptığı gibi Kırım’ın ortasındaki dağlarına gizlenebileceklerinden, Müslüman topraklarına kaçması çok az teşvik edici olabilirdi.[13]

Peacock makalesinde İbn Bibi’nin Kilikya, ayrıca Akdeniz ve Kırım seferlerinin sebebinin, yerel yöneticiler tarafından Müslüman tüccarlara kötü muamele yapılmasından kaynaklandığını belirttiğini söylemektedir ki bunu “İbn Bibi’ye göre Suğdak Seferi” başlığının ilk paragrafında belirtmiştim.

Peacock makalesinde şu değerlendirmeleri yapmaktadır: “Suğdak üzerinden gerçekleşen Karadeniz ticareti, Selçuklular ve rakipleri Büyük Komnenoslar tarafından yönetilen Hıristiyan Trabzon için çok önemliydi. Cahen’in belirttiğine göre, 13. yüzyılın başlarında Karadeniz’in kuzey sahillerindeki tüccarlar tarafından Sivas’ta büyük bir antrepo kurulmuş ve Selçukluların deniz kıyısında bir pazar ele geçirme hayali 1214’te Sinop’u fethetmeleriyle gerçekleşmiştir. Bu sefer, Kırım’a ve tüm Suğdak içlerine doğru yapılabilirdi, Selçukluların Ruslarla gerçekleştirdikleri ticarette “gerekli kürkleri, balı ve doğal olarak o yöreden sağlanmak istenen tutsakları elde etmek yönünden önemliydi. Ayrıca, böylelikle daha uzaktaki Müslüman ülkelerine giden malların kendi limanlarından geçmesini sağlayabiliyor ve Trabzon’la rekabet edebiliyorlardı.” Aslında Müslüman tüccarların Suğdaklıların kötü davranışlarını şikâyet etmeleri, bu tüccarların belirgin bir biçimde Kıpçak, Bulgar ve Rus topraklarında faaliyette bulunduklarını göstermektedir. Ve bu sebepten böyle bir ticarî taahhüt verilmek zorundadır. İbn Bibi, Selçuklu seferine karşı Suğdak’ın Rus meliki veya Rus kralı ile müttefik olduğundan bahsetmektedir. Şüphesiz, Rusların isteksizliği Güney Karadeniz sahiliyle kazançlı ticarî ilişkilerine zarar verecektir ve Ruslar müttefikleri Suğdak’ı kısa bir süre içerisinde Selçuklulara terk etmeleri hikâyeyi doğrulamaktadır.”

Peacock değerlendirmelerine devam eder: “İbn Bibi’den biliyoruz ki, Hüsameddin doğrudan köle ticaretine dâhil olmuştur. İbn Bibi, Hüsameddin ve diğer emir Seyfeddin Kızıl için “kölelerin çoğunu onlar, Müslüman olmayan topraklardan (Dāru’l-Harb) getirmiştiler, onları büyük mevkilere ve emaretlere çıkardı .” demektedir. Aslında köleler sadece orduyla ilgili değildi; lâkin devletteki bazı önemli kişiler, kısa bir dönem sonra vezir olan Celaleddin Karatay’da olduğu gibi, köle kökenliydi. Selçukluların ve özellikle Hüsameddin’in Kırım’daki amacının çoğu bu önemli emtianın kaynağını kontrol altında tutma isteğinden kaynaklanmaktaydı. İbnü’l-Esir bu köleleri (el-Cevarî ve’lMemâlik) Suğdak’ın temel ihraç malları olarak kaydederken; İbn Bibi, özellikle Hüsameddin’in Kırım’dan hâkimiyeti altındaki Sinop ve Kastamonu’ya, ayrıca kendi mülküne kadın ve erkek köleler gönderdiğine işaret etmiştir.”

Makalesinin sonuç bölümünün ilk paragrafı ise şu şekildedir: “Kaynakların tüm kısıtlamalarına rağmen, Kırım’daki Selçuklu istilası hakkındaki olayların esas sırasını tespit etmek mümkün olmuştur. Suğdak seferi münferit bir olay değildir, ancak Çukurova ve Trabzon’a karşı amaçlanan tutkulu seferler serisinin bir parçasıdır. Bu seferler büyük ölçüde ticarî amiller tarafından teşvik edilmiştir: Ticarî yolları rakiplerden koruma ve garanti altına alma ihtiyacı, ayrıca Selçuklu Devleti’nin köleler hususundaki doymak bilmez iştahı.”

Hüsamettin Çoban Bey’in adına Suğdak Seferi’nden sonra kaynaklarda rastlanmadığı Yaşar Yücel tarafından söylenmektedir. Ne ölüm tarihini ne de mezarının yeri bilinmemektedir, diyor ancak Cevdet Yakupoğlu’nun yazısında Hüsamettin Çoban Bey’in, 1237 yılı öncesinde vefat ettiği tahmin olunduğunu söylüyor. Kabri, Kastamonu merkezinde bulunan Atabey Gazi (Kırkdirekli) Camii doğu bitişiğinde bulunan türbe içindedir, demektedir.

Günümüzde Kastamonu’da kalenin hemen doğu eteğinde bulunan Atabey Gazi Camii halen ayakta ve ibadete açık olup, camii imamı Cuma günleri minbere kılıçla çıkmakta ve böylece Atabey Gazi yani Hüsamettin Çoban Bey’in Kastamonu’nun fatihi olduğu mesajını genç nesillere aktarmayı sürdürmektedir.

Hüsamettin Çoban’dan Sonra Çoban Oğulları Beyliği

Hüsamettin Çoban’dan sonra, kaynaklardan anlaşıldığına göre oğlu Alp Yürek onun yerini aldı. Bu bey zamanında Anadolu’da Baba İshak’ın başını çektiği büyük bir Türkmen ayaklanması çıkmış, sosyal ve ekonomik yapı alt üst olmuştu (1240). Bunun hemen ardından Moğollar, 1243 yılında işgalci güçler olarak Anadolu’ya girmişler ve Kösedağ denilen mevkide Türkiye Selçukluları ordusunu bozguna uğratmışlardı. Bu iki hadise sonucu Anadolu’da yavaş yavaş Moğol işgal ve baskısı oluşmuştur. Selçuklular Moğollara vergi vermek zorunda kalmışlardır. Çobanoğulları da bu durumu kabullenmiştir. Dolayısıyla Alp Yörük etkin bir siyaset izleyememiştir.

Bu emirin adı Taşköprü'deki 729/1328-29 tarihli Muzaffereddin medresesi kitabesinde, İbn Bibi'de ve Hoylu Hasan b. Abdülmümin tarafından Muzaffereddin Yavlak Arslan (Alp Yürek'in oğlu) adına kaleme alınmış. Nüzhetü'l-küttâb ile yine onun, Muzaffereddin Yavlak Arslan'ın oğlu Mahmud Bey adına telif etmiş olduğu, Kavâ'idü'l -risâil adlı inşâ'ya dair iki eserde de geçmektedir. Yine oğlu Muzaffereddin Yavlak Arslan adına telif edilmiş Fustatu'l-adale fi kavâ'id saltana adlı eserde adı birkaç harf farklı olarak yazılmıştır. Prof. Osman Turan vezin icabı bunun da Alp Yürek okunması gerektiğini ve Aksarayi metninde Alp Yürük şeklinde okunan adın da yine Alp Yürek olarak okunmasının manâ bakımından daha doğru olabileceğini ileri sürmektedir. Yaşar Yücel makalesinde bu bilgiyi vermekte ve bu bilgiye katıldığını belirtmektedir.

Hayatı ve hakkında devrin kaynaklarında açıklayıcı bilgiler bulunmamaktadır. Ancak Kavâ'idü'l-risâil Alp Yürek hakkında "şehit" vasfını kullanmaktadır. Anlaşılan o ki Alp Yürek kısa bir süre Kastamonu Emirliği yapmış ve zamanında önemli bir olay yaşanmamıştır.[14]

1284-85 yılında beyliğin başına oğlu Muzaffereddin Yavlak Arslan geçmiştir. Muzaffereddin Yavlak korkusuz, şiddetli manasına gelmektedir. Saltukname'de adı Melik Muzaffereddin diye geçen bu emirin, Kastamonu Uc'unda ki kâfirlere karşı amansız bir cihat açtığına işaret edilmektedir.[15]

Anadolu’nun diğer bölgelerindeki beyliklere kıyasla onun zamanında Kastamonu’da durum nispeten sakindi. Bununla birlikte Yavlak Arslan, Anadolu Selçukluları arasındaki taht mücadelelerinde aktif rol oynadı ve başlangıçta II. Mesud’a tâbi olduysa da (1284) sonradan ona muhalefet etti.[16]

II. İzzeddin Keykavus'un Kırım'da ölümünden (1278) sonra yanında bulunan diğer kardeşleri ve emirler, veliaht olan büyük birader Giyaseddin Mes'ud'a biat ederek Selçuk tahtını elde etmek üzere Kırım'dan Anadolu sahillerine geçmeğe karar vermişlerdi. Kastamonu emiri Muzaffereddin Yavlak Arslan bu maksatla Sinop'a gelen II. Giyaseddin Mes'ud'un hizmetine koşmuş ve ona bağlılığını bildirmişti. Ayrıca, daha önce deniz aşarak Anadolu'ya geçen ve Amasya taraflarına geldiğinde yakalıyarak Kastamonu'da hapsettiği şehzade Rükneddin Keyümers'i de kendisine teslim etmişti. Bilahare İlhanlı hükümdarının yanına giden II. Mes'ud'a refakat etmiş ve onunla Tebriz'e kadar giderek Ahmet Teküdar Han'dan Selçuklu tahtını elde etme sinde mühim rol oynamıştı. Çağdaş kaynak İbn Bibi Ahmet Teküdar Han'ın II. Mes'ud'a Diyarbakır, Harput, Malatya ve Sivas taraflarını verdi­ğini söyler. Bu olay, aynı zamanda Muzaffereddin Yavlak Arslan'ın İlhanlılarla olan ilişkileri, yönünden de dikkate değer. Nitekim İbn Bibi'de Kastamonu Sipehdarının İlhanlılar yanında geniş bir itibarı olduğuna işaret etmektedir.[17]

1291 yılında İlhanlı Hükümdarı Argun’un ölümünden sonra Moğollar arasındaki taht mücadelesi yüzünden Anadolu’daki diğer Türkmen toplulukları gibi Çobanoğulları Beyliği’nde de kıpırdanmalar başladı. Anadolu tekrar karışıklıklar içine düştü. Muzaffereddin Yavlak Arslan bu iç karışıklıklar sırasında öldü. Yerine geçen oğlu Mahmud, Çobanoğulları Beyliği’nin son emîridir. Beylik dönemi uzun sürmemekle birlikte onun zamanında Bizans topraklarına akınlar yapılmış ve Sakarya nehrinin batı tarafındaki bazı yerler fethedilmiştir.

Mahmud Bey’in Türk dünyasının ünlü mizah ustası Nasreddin Hoca ile aynı kişi olduğuna dair iddialar vardır. Çünkü 1284-1291 yılları arsında Selçuklularda müstevfilik (maliye bakanlığı) görevinde bulunan Hoca Nasreddin adlı şahıs Kırşehir, Aksaray, Konya ve çevrelerindeki çalışmaları sırasında iyi huyu ve tatlı dili sayesinde Moğolların katliam ve zulümlerini durdurmuş, halkın sıkıntılarını hızlı bir şekilde çözmüş, adaletli bir vergi sistemi uygulamış ve İlhanlıların Anadolu valilerinden Samagar Noyan ve Geyhatu’nun gözüne girmeyi başarmıştır. Dolayısıyla Hoca Nasreddin ile Nasreddin Hoca tipi birebir örtüşmektedir. Hoca Nasreddin’in babası ise Selçukname adlı kaynakta Yavlak Arslan olarak gösterilmiştir. Dolayısıyla Çobanoğulları hükümdarı Yavlak Arslan oğlu Nasıreddin Mahmud ile Selçuklu hizmetinde bir süre maliye bakanlığı yapmış bulunan Hoca Nasıreddin (Nasreddin Hoca) muhtemelen aynı kişidir.[18]

O sıralarda Osman Bey’den daha nüfuzlu bir durumda olduğu anlaşılan Emîr Mahmud’un Candaroğlu Süleyman tarafından mağlûp edilmesinden (1309) sonra Çobanoğulları Beyliği sona erdi ve yerini Candaroğulları aldı.[19]

Çoban Oğulları Beyliği’nde İlim ve Sanat

Bu emîrlerin âlim ve sanatkârlara gösterdikleri yakınlık Orta Asya, İran ve Irak taraflarından birçok ilim adamı, mütefekkir ve sanatkârın Kastamonu’ya gelmesine sebep oldu. Bunlar Çobanoğulları beyleri için eserler kaleme aldılar. Adına en çok eser yazılan emîr, Muzaffereddin Yavlak Arslan’dır. Nitekim Anadolu’da uzunca bir süre müderrislik ve baş kadılık görevlerinde bulunan, astronomi, fizik, felsefe ve coğrafya alanında ün kazanmış büyük âlim Kutbüddîn-i Şîrâzî Kastamonu’ya gelerek yazdığı İhtiyârât-ı Muzafferî adlı astronomi kitabını ona ithaf etmiştir (Ayasofya Ktp., nr. 3595). Aynı şekilde Muhammed b. Mahmûd Fustatu'l-adale fi kavâ'id saltana adlı Farsça eserini, Hoylu Hasan b. Abdülmümin Nüzhetü’l-küttâb adlı inşâ kitabını yine Yavlak Arslan adına telif etmiştir. Hasan b. Abdülmümin, Emîr Mahmud adına da Kavâidü’r-resâil adıyla bir inşâ kitabı yazmıştır.[20]


   
CANDAR OĞULLARI BEYLİĞİ HAKKINDA[21]

XIV. yüzyılın başlarında Kastamonu ve Sinop civarında kurulan bir Türk beyliğidir.

Sultan II. Mesut devrinde Konya Selçuklu sarayında görev yaptığı ve Mesut’un subaylarından biri olduğu anlaşılan Şemsettin Yaman Candar’ın “Derbendler Savaşı”nda önemli bir yararlık göstermesi üzerine II. Mesut, Geçmişte Yavlak Arslan’a ait olan Çobanoğulları topraklarının idaresini mükâfat olarak bu beye vermiştir. Ancak Şemsettin Yaman Candar, o sırada Çobanoğulları beyliğinin başına geçmiş bulunan Yavlak Arslan oğlu Nasıreddin Mahmut Bey’den bu havaliyi almayı başaramamış, sadece Eflani yöresini ele geçirebilmiştir. Böylece 1292 yılından itibaren Eflani merkezli olarak Candaroğulları Beyliği’nin temelleri atılmış görünmektedir. Ancak bu tarihte henüz bağımsız bir Candaroğulları beyliğinden bahsetmek mümkün değildir.[22]
    
Daha sonra başa oğlu Süleyman Paşa geçti. Çobanoğulları beyliğinin zafiyetlerini gördü ve yararlandı. Bir süre Eflâni’de oturan Süleyman Paşa, Kastamonu ve Safranbolu’yu alarak hâkimiyet sahasını genişletti ve beyliğin merkezini Kastamonu’ya nakletti. Daha sonra Sinop’u da ele geçirerek buranın idaresini oğullarından İbrahim Bey’e, Safranbolu’nun idaresini ise öteki oğlu Ali Bey’e verdi. Süleyman Paşa, Pervaneoğulları’nın elinde bulunan Sinop’u da 1322’lerde beyliğe katmasından sonra Kuzey Anadolu’da nüfuzunu arttırdı. Karadeniz’de Cenevizler ve Trabzon Komnen hanedanına karşı rakip güç olarak ortaya çıkmıştır. Süleyman Paşa bu faaliyeti ile Sinop’taki eski Selçuklu ve Pervaneoğulları denizcilik tecrübesi eline geçerek Karadeniz ticaretinde söz sahibi olmayı hedeflemiştir. Beyliğin topraklarını genişletmesine rağmen Süleyman Paşa’nın İlhanlı hâkimiyetini tanımaya ve onlara vergi vermeye devam ettiği anlaşılmaktadır. 1314 yılında Anadolu’ya gelerek Erzincan’ın batı tarafındaki Karanbük mevkiinde konaklayan İlhanlı valisi Emir Çoban’ı ziyarete giderek itaatte bulunan ve kendilerine hil’atler giydirilen beyler arasında Süleyman Paşa’nın da olduğu kaydedilmiştir.[23] Ancak 1327 yılında Demirtaş’ın Anadolu genel valiliğinin sona ermesi ve 1335’te Moğol Hükümdarı Ebu Said Bahadır Han’ın ölümü ile ortaya çıkan karışıklıklardan faydalanan Süleyman Paşa bağımsızlığını ilân etti. Nitekim hükümdarlığının son beş yılında kestirdiği sikkelerde “es-sultânü’l-a‘zam” unvanını kullanması bunun açık delilidir.

Mevlânâ ailesiyle dostça münasebetlerde bulunan Süleyman Paşa, Mevlânâ’nın torunu Arif Çelebi tarafından iki defa ziyaret edilmiştir. Uç beylerine yapılan bu ziyaretin gayesi, Bizans’a karşı yaptıkları gazâlar neticesinde nüfuzları artan bey ailelerini Râfizî şeyhlerinin tesirinden kurtarmaya yönelikti.

Candaroğulları Beyliği’nin gerçek kurucusu olan I. Süleyman Paşa, komşuları Bizans, Osmanlı ve Tâceddinoğulları’na karşı dengeli bir siyaset takip etti, Batı ve Orta Anadolu’ya doğru fetih teşebbüslerinde bulunmadı. Bununla birlikte çağdaşı olan Orhan Gazi ile aralarında zaman zaman anlaşmazlıklar çıktığı kaynaklarda belirtilmektedir (İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 42)[24]. Osmanlılar’ın ve Candaroğulları’nın sürekli akınlarına maruz kalan Bizanslılar, Hıristiyan bir Tatar olan İzmit Valisi Nogay’ın aracılığıyla Süleyman Paşa’ya barış teklifinde bulundular, böylece Osmanlılar’a karşı Candaroğulları’nı kazanmak istediler. Ancak Süleyman Paşa Bizans kalelerini muhasaraya devam etti. Süleyman Paşa döneminin en büyük başarısı, Sinop’un ilhakı ve buna bağlı olarak Karadeniz ticaretini ellerinde tutan Cenevizliler’le temasa geçilmesidir. Süleyman Paşa’nın oğlu İbrahim Bey’in Sinop emirliği zamanında Sinop Limanı’ndaki on kadar Ceneviz gemisi zaptedildi.

1331-1332 yıllarında Safranbolu ve Kastamonu’ya uğrayan seyyah İbn Battuta, Süleyman Paşa’nın vakur ve heybetli bir hükümdar olduğunu ve etrafında itibar sahibi din âlimlerinin bulunduğunu yazmaktadır. Bu arada Süleyman Paşa tarafından kabul edildiğini de belirten İbn Battuta, kendisine iyi cins bir at ve elbiseler verildiğini söyler. Hükümdarın her gün ikindi namazından sonra kabul töreni yaptığını, her hafta cuma selâmlığına çıktığını ilâve eder (İbn Battuta, II, 464-465). Ömerî de yaklaşık aynı bilgileri nakletmekte, ayrıca Kastamonu’da 25.000 atlı askerin bulunduğunu, burada iyi cins at, doğan ve atmaca yetiştirildiğini yazmaktadır. Bu bilgilerden, Candaroğulları Beyliği’nin ekonomik bakımdan güçlü bir yapıya ve ileri bir devlet teşkilâtına sahip olduğu anlaşılmaktadır. Süleyman Paşa 1341 yılında vefat etmiş olmalıdır. 40 yıla yakın bir süre beyliğini idare etti. Oğlu İbrahim’in 1341 yılı içinde hükümdar olduğu bilinmektedir.

Gıyâseddin unvanıyla anılan I. İbrahim Bey babasının sağlığında Sinop emîriydi. Tahtı elde edebilmek için babasına karşı iktidar mücadelesinde bulundu (İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 39). Onun hükümdarlık dönemine ait en önemli olay, 1341’de Venedik ve Cenevizliler’le yapılan deniz savaşı sonunda birçok düşman gemisinin ele geçirilmesidir. Bundan da Candaroğulları donanmasının Cenevizliler’le baş edebilecek güçte olduğu anlaşılmaktadır. 1344 yılında Sinop’ta düzenlenen vakfiyesinde “Emîrü’l-muazzam sâhibü’l-ilm ve’l-kalem ve’s-seyf” unvanlarıyla anılan İbrahim Bey’in ölüm tarihi bilinmemektedir ancak 1345 yılı civarları ölmüş olmalıdır.

İbrahim Bey’in yerine muhtemelen amcası Yakub Bey geçmişse de onun beylik döneminde cereyan eden olaylar hakkında bilgi yoktur. Yakub Bey’in oğlu Adil’in 1346 yılında beyliğe geçtiği kabul edilmektedir. Uzunca bir süre Candaroğulları Beyliği’nin başında bulunan Âdil Bey’in adaletli bir hükümdar olduğu anlaşılmakta, fakat devrinin olayları hakkında kaynaklarda fazla bilgiye rastlanmamaktadır. Ancak Sinop’ta ilk Ceneviz ve Venedik ticaret kolonilerinin teşkiline bu bey zamanında izin verilmiştir ve Karadeniz’deki deniz gücünü hala koruyan Candaroğulları ile bu denizci devletler arasında bir ihtilafın çıkmamasına ise gayret gösterilmiştir.[25] Bu sıralarda Anadolu beyliklerinin hâlâ Moğol teşkilâtına dâhil oldukları anlaşılmaktadır.

Adil Bey’in oğullarından Bayezid Bey ile Mahmut Bey, kızlarından ise Hunde Hatun’un isimleri bilinmektedir. Adil Bey, oğullarından Kötürüm Bayezid’i, Osmanlı hükümdarı Orhan Bey’in oğlu şehzade Süleyman Paşa’nın kızıyla evlendirmek suretiyle, komşusu olan bu beylikle dostluğu pekişmektedir. Adil Bey’in de ölüm tarihi belli değildir.

Âdil Bey’in yerine Osmanlı kaynaklarında “Kötürüm” lakabıyla anılan oğlu Bayezid geçti. Kestirdiği paralarda unvanı Celâleddin olan Kötürüm Bayezid muhtemelen 1361 yılında bey oldu. Çeyrek yüzyıl kadar süren beyliği zamanında Karadeniz’de Venedik ve Cenevizliler’le nüfuz mücadeleleri olmuş, Osmanlı Devleti ile münasebetleri ise dostça gelişmiştir. Devrin Osmanlı padişahı I. Murad’ın, Balkanlar’daki fetih hareketleri münasebetiyle bu dostluğa ayrı bir önem verdiği anlaşılmaktadır. Ancak I. Murad’ın Avrupa topraklarındaki başarıları, ayrıca Germiyanoğulları Beyliği topraklarını oğluna aldığı Germiyan beyinin kızının çeyizi olarak, Hamîdoğulları Beyliği’ne ait bazı yerleri de satın alarak ülke sınırlarını Anadolu’da da genişletmesi Kötürüm Bayezid’i endişeye düşürdü. Fakat barış taraftarı olan Osmanlı padişahına itaatini arz etmekten de geri kalmadı. Bu arada, damadı olan Amasya Türkmen Emîri Ahmet’le ilişki kurarak Osmanlılar’a karşı güç birliği teşebbüsünde bulundu. Kendisi de zaman zaman Sivas Hükümdarı Kadı Burhaneddin’e karşı damadına askerî yardımda bulunmuştu.

Kötürüm Bayezid dönemi, oğulları arasında taht mücadelelerine de sahne olmuştur. Babasının, tahtı küçük oğlu İskender’e bırakma niyetini anlayan büyük oğlu Süleyman kardeşini öldürmüş, bunun üzerine Bayezid, Süleyman’ın çocuklarını ve bu işte rolü olduğu anlaşılan kendi kızını öldürtmüştür (1383). Süleyman ise Osmanlı padişahına sığınmış, bu iltica olayı iki devlet arasındaki barış devrinin sona ermesine sebep olmuştur. Öteden beri rakip gördüğü Osmanlılar’ın bu iktidar buhranından faydalanmak istediğini anlayan Kötürüm Bayezid, hemen Kadı Burhaneddin ile ilişkilerini düzeltme teşebbüsünde bulunmuştur. I. Murad bir Osmanlı ordusu ile Süleyman’ı babasının üzerine gönderdi. Kastamonu’da yapılan savaşta Kötürüm Bayezid yenilerek Sinop’a çekildi. Kastamonu’yu ele geçiren Süleyman Paşa ise hükümdarlığını ilân etti. Böylece Candaroğulları Beyliği ikiye ayrıldı. Bu sırada Amasya’da bulunan Kötürüm Bayezid’in diğer oğlu İsfendiyar süratle Sinop’a babasının yanına döndü. Osmanlı padişahının himayesinde Kastamonu beyi olan II. Süleyman Paşa’nın hükümdarlığı uzun sürmedi; zira I. Murad bizzat Kastamonu’ya gelerek Süleyman Paşa’yı hapsetti ve Candaroğulları Beyliği’nin Kastamonu şubesini Osmanlı topraklarına kattı. Fakat Kastamonu halkının Süleyman lehine harekete geçmesi üzerine Sultan Murad bir süre sonra burayı ona bırakmak zorunda kaldı. Ancak Süleyman Paşa babasının süratle Kastamonu’ya gelmesi üzerine tekrar Osmanlı padişahına sığındı ve ikinci defa Kastamonu’ya hâkim oldu (1384). İkinci ilticası sırasında Osmanlı padişahı, kızı Sultan Hatun’u Süleyman Paşa ile evlendirerek onu kendisine damat edindi. 1392 yılında beyliğin Kastamonu kolu geçici olarak Osmanlıların eline geçmiştir. Süleyman’ın ikiyüzlü politikasının cezasını beylik ağır olarak ödemiştir. Kadı Burhaneddin ve Osmanlılar arasındaki samimiyetsizliği ikiyüzlülüğünün göstergesidir.[26]

Kötürüm Bayezid’in 1385 yılında ölmesi üzerine Sinop beyliğine oğlu İsfendiyar geçti. Süleyman Paşa ise hamisi olan Osmanlı Devleti ile bir süre iyi geçindi; I. Murad’ın 1386’da yaptığı Karaman seferinde ve I. Kosova Savaşı’nda askerî yardımlarda bulundu. Bu dostluk Yıldırım Bayezid’in saltanatının ilk zamanlarında da devam etti. Nitekim Yıldırım’a karşı Anadolu beylikleri arasında yapılan ittifaka Süleyman Paşa katılmamış, hatta Osmanlı padişahına yardım etmiştir. Ancak bir yandan da Yıldırım Bayezid’in Anadolu birliğini kurma yolundaki başarılarından ürkerek çok geçmeden Osmanlılar’a karşı düşmanca bir tavır takınmaya başladı. Bu yüzden Kadı Burhaneddin ile bir dostluk antlaşması yaptı ve 1392 yılında Yıldırım’a karşı Karamanoğlu Ali Bey’e yardımda bulundu. Bu son olay, Karamanoğulları Beyliği’ni tâbiiyeti altına alan Yıldırım Bayezid’in Candaroğulları’na karşı tutumunun değişmesine sebep oldu. 1391’de Kastamonu üzerine yürüyen Osmanlı padişahı, Kadı Burhaneddin’in araya girmesiyle bu seferden vazgeçti. Ertesi yıl tekrar Kastamonu’yu ilhak teşebbüsünde bulunan Yıldırım’a karşı Süleyman Paşa yine Kadı Burhaneddin ve Karamanoğlu’na başvurduysa da bir sonuç alamadı. Yıldırım Bayezid büyük bir ordu ile Candaroğlu ülkesine girdi ve Süleyman Paşa’yı mağlûp ederek öldürdü. Böylece Candaroğulları Beyliği’nin Kastamonu şubesi Osmanlı Devleti topraklarına katılmış oldu (1392).
    
İsfendiyar Bey, 1392’de kardeşi II. Süleyman Paşa’nın Yıldırım Bayezid tarafından öldürülmesi ve Kastamonu’nun Osmanlılar eline geçmesinden sonra ise Yıldırım Bayezid’e tabii olarak beyliğini Sinop şubesi şeklinde devam ettirmeyi başarmıştır. 1385 yılından 1402 yılına kadar bu durum devam etmiştir.
   
Timur’un Anadolu’da görünmesinden sonra onun etrafında toplanan beyler arasında İsfendiyar da vardı. Ankara Savaşı’nda (1402) Yıldırım Bayezid’in yenilmesi üzerine Kastamonu dâhil beyliğin eski topraklarına tekrar sahip olan İsfendiyar Bey’e, kendisiyle birlikte Batı Anadolu seferine katılmasından dolayı Timur, Çankırı ve Kalecik’i de vermişti. Böylece İsfendiyar Bey Timur’a tâbi olarak Candaroğulları Beyliği’nin başına geçti. Timur’un Semerkant’a dönmesinden sonra Yıldırım’ın oğulları arasında çıkan taht kavgalarına da karışan İsfendiyar Bey’in güçlü şehzadeye karşı zayıfı tutarak mücadelelerin uzamasını sağlamaya çalıştığı görülmektedir. Düzmece Mustafa olayında Mustafa Çelebi’yi, Şeyh Bedreddin olayında da Bedreddin’i destekledi. Ancak oğlu Kasım’ın Osmanlı padişahına sığınarak Kastamonu ve Çankırı dolaylarının kendisine verilmesini istemesi, Çelebi Mehmed’in de onu desteklemesi iki ülke arasındaki ilişkilerin iyice bozulmasına sebep oldu. İsfendiyar Bey, Çelebi Mehmed’in bu yerleri Kasım’a terk etmesi teklifini reddedince Osmanlı padişahı Kastamonu’ya yürüdü ve İsfendiyar’ın çekildiği Sinop’u muhasara etti. Çaresiz kalan Candaroğlu beyi Osmanlılar’a tâbi oldu. Ilgaz Dağı sınır kabul edilerek Osmanlı himayesindeki Kasım Bey’e istediği yerler verildi. Böylece Candaroğulları Beyliği tekrar ikiye bölündü. Ancak Çelebi Mehmed’in ölümünden sonra harekete geçen İsfendiyar Bey, oğlu Kasım’ı Çankırı, Kalecik ve Tosya’dan çıkardı. Yeni padişah II. Murad’ın İsfendiyar Bey’e karşı kuvvet göndermesi üzerine de barış yapıldı. İsfendiyar Bey, Çelebi Mehmed’in küçük oğlu Mustafa’nın ağabeyi II. Murad’a karşı ayaklanması olayında Şehzade Mustafa’yı destekledi ve emrindeki kuvvetlerle Taraklı-Borlu’ya kadar ilerledi. Şehzadenin öldürülmesinden sonra Bolu-Gerede arasında yapılan savaşı kaybederek Sinop’a çekildi ve tekrar Osmanlı tâbiiyetini kabul etti. İsfendiyar Bey’i takip eden Osmanlı kuvvetleri Kastamonu ve Bakır Küresi’ni aldılar. Bunun üzerine İsfendiyar Bey küçük oğlu Murad başkanlığında gönderdiği bir heyetle barış istedi. Ayrıca devlet adamlarına yolladığı hediyeler ve yazdığı mektuplarla barış hususunda aracı olmalarını rica etti. Bu arada torunu Hatice Sultan’ın[27] Osmanlı padişahıyla evlenmesi teklifinde de bulundu. Devlet adamlarının araya girmesiyle II. Murad barışa razı oldu ve Hatice Sultan’la evlendi. 1423 yılında yapılan anlaşmaya göre Kasım Bey’e istediği yerler geri verilecek, Osmanlı işgali altındaki Kastamonu ve Bakır Küresi İsfendiyar Bey’e iade edilecek, ancak Candaroğlu, Bakır Küresi hâsılatının önemli bir kısmını Osmanlı Devleti’ne gönderecek ve gerektiğinde Osmanlı ordusunu askerî yönden destekleyecekti. İsfendiyar Bey 1412-1429 yılları arasında Memlük Sultanlığı ile de dostça münasebetlere girmiş, fırsat düştükçe Osmanlılar aleyhine faaliyetlerde bulunmaktan da geri durmamıştır. Candaroğulları Beyliği’nin bazı kaynaklarda İsfendiyaroğulları adıyla anılması, bu beyin yarım asır kadar süren hükümdarlığı sebebiyledir.

İsfendiyar Bey döneminde dini, ilmi, tıbbi mahiyette Türkçe, Arapça ve Farsça eserler kaleme alınmıştır. Sinoplu hekim Mukbil oğlu Mümin tarafından İsfendiyar Bey adına Türkçe yazılmış tıbba dair olan eser “Mistahu’n-nur…” bunlardan biridir. Cevarihu’l-Esdaf, Tezkiretü’l Evliya ve Aynü’l-Hayat adlı eserler de İsfendiyar Bey adına yazılmış Miracname adlı eser de İsfendiyar Bey zamanında ortaya konulmuştur. Dört bölüm üzerine tertip edilmiş olan ve yazarın ismi bilinmeyen Hülasatü’t-Tıbb adlı Türkçe eser de İsfendiyar Bey’in oğlu Kasım Bey adına yazılmıştır.

İsfendiyar Bey 842’de (1439) ölünce yerine oğlu İbrahim geçti. Tâceddin unvanını alan bu hükümdar zamanında önemli bir hadise olmadı. II. Murad’ın eniştesi ve kayınpederi olan Tâceddin İbrahim Bey 1443 yılında Sinop’ta öldü ve yerine büyük oğlu İsmail geçti. Kemâleddin unvanıyla anılan İsmail Bey zamanında bir iktidar buhranı ortaya çıktı. İsmail Bey hükümdarlığının ilk yıllarında kardeşi Kızıl Ahmet’le uğraştı. Osmanlılar’a başvuran Kızıl Ahmet beylik için gerekli desteği alamadı, sadece Bolu sancağını elde edebildi. 1444 yılında İsmail Bey II. Murad’a elçi ve hediyeler göndererek dostluğunu pekiştirdi. Ancak bu tarihteki ilk cülûsunda II. Mehmed ve etrafındakilerin bu barışçı politikayı desteklemedikleri görülmektedir. II. Murad’ın idareyi tekrar ele almasından sonra ise Candaroğlu-Osmanlı münasebetleri tekrar dostça devam etti. 1450’de Dulkadiroğlu Süleyman Bey’in kızıyla evlenen Şehzade Mehmed’in düğününe gelenler arasında Candaroğlu İsmail Bey de vardı. II. Mehmed’in kesin cülûsundan sonra da dostluğu sürdüren İsmail Bey, İstanbul muhasarasında askerî yardımda bulunmuş, bir rivayete göre bizzat muhasaraya da katılmıştır.

İstanbul’un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed’in Anadolu birliği politikasından Candaroğulları Beyliği de etkilendi. İsmail Bey, müttefik bulmak için Trabzon-Rum imparatorunu aracı yaparak Batı Hıristiyan dünyası ile temasa geçmişti. Nitekim 1460’ta Roma’ya giden elçiler arasında İsmail Bey’in elçisi de vardı. Öte yandan Trabzon-Rum imparatoru, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan ve Karamanoğulları Beyliği kendi aralarında bir güç birliği oluşturmuşlardı. Fakat ertesi yıl Fâtih Sultan Mehmed’in önce Kastamonu, sonra da Sinop’u alarak Candaroğulları Beyliği’nin topraklarını ilhak etmesi üzerine bu teşebbüsten bir sonuç alınamadı. Sinop’ta Fatih’in huzuruna çıkan İsmail Bey Osmanlı padişahının iltifatına mazhar oldu. İsmail Bey’e Bursa civarındaki Yenişehir ve Yarhisar tımarlarını tevcih eden Fâtih, oğlu Hasan Bey’e de Bolu sancağını verdi. Ancak kardeşi Kızıl Ahmet’in Uzun Hasan’a iltica etmesi üzerine Anadolu’da kalması mahzurlu görülen İsmail Bey Filibe’ye nakledildi ve 1479 yılında orada öldü. Filibe civarında mescit ve suyolları yaptıran İsmail Bey zamanında ilim ve sanatta büyük ilerlemeler olmuş, başta Kastamonu ve Sinop olmak üzere birçok yerde cami, mescit, han, hamam, çeşme gibi sosyal tesisler inşa edilmiştir.

İsmail Bey’in yerine Candaroğulları’nın başına 1461 yılında Osmanlı himayesinde Kızıl Ahmet Bey geçti. Fakat bunun beyliği tamamen görünüşte kaldı ve çok kısa sürdü. Çünkü Fâtih, Kızıl Ahmet’e Mora sancağını vererek Candaroğulları Beyliği’ni kesin olarak ilhak etti. Ancak Kızıl Ahmet Mora’ya gitmeyerek önce Karamanoğlu İbrahim Bey’e, sonra da Uzun Hasan’a sığındı. Fâtih-Uzun Hasan rekabetinin gelişmesinde önemli rol oynayan Kızıl Ahmet, Otlukbeli Meydan Savaşı’nın çıkmasına sebep olanlardandır. Savaşın Osmanlılar lehine sonuçlanması üzerine Kızıl Ahmet bir süre daha Uzun Hasan’ın yanında kaldı ve II. Bayezid zamanında Osmanlı Devleti’ne iltica etti. Bundan sonraki hayatı hakkında bilgi bulunmayan Kızıl Ahmet’in ölüm tarihi de belli değildir. Oğlu Mehmed Bey, II. Bayezid’in kızlarından biriyle evlendi. II. Selim ve III. Murad dönemlerinin nüfuzlu şahsiyetlerinden Şemsî Ahmet Paşa Mehmed Bey’in oğludur.

160 yıla yakın bir süre egemenlik tesis etmiş bulunan Candaroğulları, bölgede Osmanlı Devleti ile uzun süre rekabet etmeyi başarabilmiş mühim bir beyliktir. Osmanlıların bugünkü Batı Karadeniz bölgesine nüfuz etmeleri çok erken dönemlerde başlamış olmasına rağmen, bu iki güç arasındaki rekabet, ancak 1461 tarihinde neticelenmiştir. Diğer bir ifade ile Candaroğulları Beyliği, Anadolu beylikleri tarihinde Karamanoğulları ve Dulkadiroğulları beylikleri derecesinde uzun süre egemenlik kurabilmeyi başarmıştır.

KAYNAKLAR

İbn Bibi, el-Evâmirü'l-Alâiyye fi'l-umûri'l-Alâiyye(Selçukname), çev. Prof. Dr. Mürsel Öztürk, 1. Baskı, Ankara T.C Kültür Bakanlığı yay., 1996

İslam Ansiklopedisi, Yaşar Yücel, Çoban Oğulları Beyliği, 1993
________________ Yaşar Yücel, Candar Oğulları Beyliği, 1993

Peacock, A.C.S., Kırım’a Karşı Selçuklu Seferi ve Alaaddin Keykubad’ın Hâkimiyetinin İlk Yıllarındaki Genişleme Politikası, çev. Dr. Murat Keçiş-Ali Mıynat, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, c. 29 sayı: 47 s. 243-265, 2010

Şahin, Haşim, Anadolu Beylikleri El Kitabı, 1. Baskı, Ankara, Grafiker Yayınları, 2016

Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu Karakoyunlu Devletleri, 6. Baskı, Ankara, TTK yay., 2011
___________________ Osmanlı Tarihi I, Ankara, TTK yay., 1988

Yücel, M. Yaşar, Çoban Oğulları Beyliği, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, c. 23, sayı: 1.2, s. 61-73, 1965
_____________Candar Oğlu Çelebi İsfendiyar Bey 1392-1439, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, c.2, sayı:2, 1964





[1] Y. Yücel, “Çoban Oğulları Beyliği”, İslam Ansiklopedisi, 1993, c. 8, s. 354-355

[2] Beylerbeyi, Abbasi Devleti’nin merkezi otoritesinin zayıflaması sonucu eyaletlere gönderilen valiler tarafından kurulan devletlere verilen addır.

[3] Yaşar Yücel makalesinde bu bilgiyi İbn Bibi’nin el-Evâmirü'l-Alâiyye fi'l-umûri'l-Alâiyye isimli eserine dayandırmıştır.

[4] C. Yakupoğlu, Anadolu Beylikleri El Kitabı, ed. Haşim Şahin, “Selçuklu Uc Beyliği: Çobanoğulları”, Ankara 2016, s. 389-407

[5] İbn Bibi, el-Evâmirü'l-Alâiyye fi'l-umûri'l-Alâiyye(Selçukname), çev. Prof. Dr. Mürsel Öztürk, Ankara 1996, s. 319

[6] a.g.e., s. 392-393

[7] a.g.e., s. 326

[8] A.C.S. Peacock, Kırım’a Karşı Selçuklu Seferi ve Alaaddin Keykubad’ın Hâkimiyetinin İlk Yıllarındaki Genişleme Politikası, çev. Dr. Murat Keçiş-Ali Mıynat, s. 246

[9] a.g.m., s. 247; Kitabın Türkçe karşılığı ‘Peygamberler ve Melikler Tarihi’; 962’de Farsçaya tercüme edilmiştir. Kesin olmayan bir tarihte, muhtemelen 15. yüzyılda, Farsçadan Osmanlıcaya tercüme edilmiştir. Nitekim İranlı tercüman, çeviride aşırı serbest davranarak Taberi’nin orijinal eserini tahrif etmiştir, Türk tercümanlar da bu tercümeye eklemeler yapmıştır. Sık sık esere müstensihin hamisiyle ilgili veya müstensihin kendi zamanına ulaşan pasajlar eklenmiştir. Çok sayıdaki Osmanlıca yazmalarından birine (Süleymaniye Kütüphanesi, İstanbul, MS Fatih 4278), Selçuklu devrinden bahseden ve seferle ilgili bir layiha (özet) eklenmiştir.

[10] a.g.m., s. 248; Bazen günümüzde kayıp olan bazı erken dönem eserlerinden bilgiler vermesine rağmen, geç dönem eseri olmasından dolayı sınırlı bir kıymete sahiptir. Buna karşın, Müneccimbaşı, Taberî’nin müstensihinin dışında seferle ilgili kesin tarih veren (624-625/m. 1227) tek yazar olmasına rağmen, Selçuklu devri için doğrudan kaynak değildir.

[11] a.g.m., s. 249; Nystazopoulou tarafından yayımlanan bu Synaxary, Suğdak’ta Ortaçağ’da yaşanan önemli olayları kısa notlar halinde vermektedir. Selçuklu işgalini ele alan sadece bir not vardır ki, bu da 14 Haziran’da kalenin boşaltıldığının açıklandığı kısımdır. Ne yazık ki yıl belirtmediğinden, diğer kaynaklar tarafından ortaya çıkarılan kronoloji problemlerinin çözümüne çok küçük bir katkı sağlamıştır. Nystazopoulou, bu tarihleme problemini çözememiştir. Synaxary’de Selçuklular’la ilgili başka bir bilgi yoktur. Bu da muhtemelen işgalin çok kısa sürdüğüne işaret etmektedir.

[12] a.g.m., s. 251-252

[13] a.g.m., s. 252

[14] Dr. M. Y. Yücel, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi - DTCF Dergisi, “Çoban Oğulları Beyliği”, 1965, c. 23, Sayı: 1.2 s. 61-73 

[15] a.g.m., s. 68

[16] Y. Yücel, “Çoban Oğulları Beyliği”, İslam Ansiklopedisi, 1998, c. 8, s. 354

[17] a.g.m., s. 68-69

[18] a.g.e., s. 402

[19] a.g.m., s. 354

[20] a.g.m., s. 354

[21] Yaşar Yücel, “Candar Oğulları Beyliği”, İslam Ansiklopedisi, 1993, c. 7, s. 146-149

[22] a.g.e., s. 410

[23] a.g.e., s. 411

[24] a.g.m., s. 147

[25] a.g.e., s. 414

[26] a.g.e., s. 416

[27] İslam Ansiklopedisi ve İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın belirttiği isim Hatice Hatun, Cevdet Yakupoğlu’nun belirttiği isim ise Halime Hatun’dur.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Başarıda Şans mı Çalışmak mı Daha Etkili?

Az sonra okuyacağınız yazı, 2012  yılında sınıfımızda yapılan bir münazara yarışması için hazırladığım bir yazıdır. Münazara tartışma konusu "Başarı da şans mı çalışmak mı daha etkilidir?" .       Benim başında olduğum grubun savunduğu görüş şansın daha etkili olduğunu savunacaktı. Öğretmenimiz bana bunu savunmam gerektiğini söylediğinde "kesin yenildik" dedim. Çünkü inancım çalışmaktan yanaydı. Çalışmak konusunda daha ikna edici deliller bulabilirdim. Tabi bana düşen konuyu araştırmaya başlayınca konu hakkında daha çok düşünme imkanı buldum:       "Şansın sözlük anlamı talih, dil derneğine göre ise rastlantıları düzenlediğine ve insanlara iyi ya da kötü durumlar hazırladığına inanılan doğaüstü güç. Günlük hayatta da çok kullandığımız bir kelime.       Konumuz bugün 'başarıda şans mı çalışmak mı etkili?'. Biz doğaüstü güç olan şanstan yanayız.       Aslında hayatımızı belirleyen en önemli unsurlardan biri şanstır denebilir. Günlük hayatta

Beylikler #3 - Germiyanoğulları Beyliği Tarihi

Adının Menşei              On üçüncü yüzyılın sonlarında Kütahya çevresinde kurulan bu beyliğin adı konusunda başlangıçta Kirman mı yoksa Germiyan mı olduğu şeklinde bir okuma farklılığı ortaya çıkmışsa da, sonradan Germiyan olduğu kesinleşmiştir. [1]              Farsça kökenli bir kelime olan “Germiyan”, Türk topluluklarından bir aşiretin adı olarak kullanılmıştır. [2] Germiyan aşiretinin adı genellikle kaynaklarda “Etrak-i Germiyan” [3] veya “Türkan-ı Germiyan” şeklinde geçmektedir. Germiyan adı bir grubun adıdır ve başka beyliklerde görüldüğü gibi grubun(beyliğin) başındaki yönetici ailenin adı değildir. Germiyan Türkleri bu ismi Malatya çevresinde oturmuş oldukları aynı adla anılan bir yer adından almışlardır. Zira Selçuklu devrinde, Malatya yöresinde bir yer “Germiyan” adıyla anılmaktaydı. [4] Germiyan, Türk aşiretlerinden bir aşiretin adı iken sonradan beyliğin ve ailenin adı olmuştur. [5]              Ancak Germiyan beyliğinin kökeni mevzusunda bir ba

Kütüphaneden #4 - H. C. Armstrong - Bozkurt: Ama Nasıl Bozkurt

Kısa Kitap Tanıtımı:       Kitap dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde doğduğu çevreden Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan zamanı anlatırken ikinci bölümün sonu da Samsun’a gitmeden önce son buluyor. Üçüncü ve dördüncü bölümlerde Birinci Dünya Savaşı sonundan başlayarak, Kurtuluş Savaşı ve modern Türkiye’nin inşası için yaptığı çalışmaları anlatarak kitabını sonlandırmış.       Biyografi türündeki kitabın orijinal adı Grey Wolf ’tur. İlk olarak 1932 yılında yayınlandı. Atatürk’ün sağlığında yayınlanan ilk Atatürk biyografisidir. Ancak kitabın yurda girişi Bakanlar Kurulu kararınca yasaklanmıştır.       Kitabın yazarı Harold Cortenay Armstrong(1892-1943) İngiliz ordusunda yüzbaşı olarak görev almıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Yemen’de Türklerin eline esir düşerek Türkiye’ye getirildi. Savaş bitmeden kısa bir süre önce görevlilere rüşvet vererek Türkiye’den kaçmayı başardı. İngilizlerin İstanbul’u işgalinden sonra İstanbul’da görevlendirildi.  1923 yılında Türk