Mavinin ve yeşilin birlikteliğini göz alabildiğince önünüze seren bir yer İzmir. İzmir; Kimileri için yazlık mekanı, kimi için bir cennet, kimi için yaşanılacak tek yer, kimi için doğup büyüdüğü yer, kimi için ise geçim derdinin içinde önemi kalmamış, fark edilmemiş bir yer.
İzmir'e ilk gittiğimde doğası ve nemli sıcaklığıyla daha önceden tanıştığım bir şehir olan Mersin'e benzettim. Fakat aslında çok daha farklı ve gizemli bir şehir İzmir. Büyük İskender'i, Roma İmparatorluğunu, daha eski medeniyetleri, Anadolu Beyliklerini ve Osmanlı'yı kendi topraklarında ağırlamış. Kendisi bir han ve hancı iken sahip olduğu güzelliğin kapısını tarihsel süreçte birçok misafire açmış ve onlardan her dönem bir tat, bir imza, bir yapı teslim almış. Tabi en kötü döneminde yani Yunan işgalinde iken o han ve hancı ağır yaralar alsa da Milli Mücadele'nin kararlı adımlarıyla bu işgalden kurtulmuş, tekrar dirilmiş ve coşkun bir Cumhuriyet şehri olmuş.
İzmir'de ilk gittiğimiz yer Konak meydanı oldu. Magnet ve hediyelik eşyalarda süs olan tarihi Saat Kulesi'ni gördük. Çok güzel bir yapı olmasıyla birlikte tarihi atmosferi gözler önüne seriyordu. Oradan Kemeraltı Çarşısı'na geçip Kızlarağası Hanı'nda bir zamanlar tüccarların, seyyahların ağırlandığı o nadide mekanda kahvelerimizi içtik. Oradan Helenistik Çağa ve Roma İmparatorluğu'na ait eserlerin olduğu Agora Ören Yeri'ne geldik. Yeşilliğin, büyük beyaz sütunların ve tarihi mimarinin o güzel atmosferinde ölçülmez bir tarih hatırası içinde kendimize yer edindik.
Agora'dan sonra ise İzmir'in arka ve dar sokak ve caddelerinde yani Basmane'de ki Radyo ve Demokrasi Müzesi, Basın Müzesi, Aziz Voukolos Kilisesi'ni gezdik. Ara sokaklarda gezerken herkesin dediği İzmir gözlerimde bir değişim yaşadı. Çünkü İzmir'in de bir hayat mücadelesi vardı. Belki kimsenin dikkatini çekmeyen yetişkinlerin ve çocukların iş, hayat ve bunların çevresinde yaşadıkları bir telaş vardı. O an İzmir bana daha yakın görünmüş ve olağanüstülükten koparılarak gerçek ışıltısını göstermişti. Orada kendimi, yakınlarımı gördüm ve hissettim. O sokaklarda çocukluğum geçmese de o çocuklarda kendim oldum.
Tarihi tren garını hafızamıza kaydettikten sonra İzmir Fuarı'nda oturup biraz dinlendik. Sonra ki hedefimiz ise Kıbrıs Şehitleri Caddesi oldu. Tabi o yukarıda bahsettiğim görüntü tamamen değişmiş bambaşka bir hal almıştı. Sanki İzmir ikiye ayrılmıştı. Bu cadde çok kalabalıktı ve hayat sanki daha hızlı ve düşüncesiz geçiyordu.
Oradan da meşhur Kordon Boyu'na geldik. Tam bir tur attıktan sonra Pasaport İskelesi'ne vardık, oradan da Atatürk Müzesi'ne geldik. İçeriyi gezdik ve Atatürk'e ait davet ve balo kıyafetlerini, uyuduğu ve toplantılar yapılan odaları gördük. İzmir, İran Şahı'nı da ağırlamıştı Atatürk'ün davetiyle. Atatürk Müzesi'ndeki tanıtım belgeselinde o döneme ve o ziyarete ait görüntüleri gördük.
Zaman su gibi akmış bütün gün gezmiştik sıra akşam yemeğinde idi. İnciraltı'na gidip orada balık ve midye yedik. Oradan araba ile Kadifekale'ye geçtik ve İzmir'i ayaklarımızın altına serdik. Muhteşem bir görüntü idi.
Ertesi gün Tarihi Asansör'ü, Uşakizade Köşkü'nü, Latife Hanım Konağı'nı, Zübeyde Hanım Anıt Mezarı'nı ziyaret ettik. Karşıyaka'da da birazcık oyalandıktan sonra yolculuğumuza son verdik.
İzmir tek kelime ile tarifi olmayan bir şehir. Üç dine de ev sahipliği yapmış ve hala yapmakta. Tarihin neredeyse her döneminden bir şey bulmak mümkün ve doğası, yiyecekleri, kendine has ağzı ile İzmir bana göre yaşanılacak yer.
Yorumlar
Yorum Gönder