Doğan Avcıoğlu 1926’da doğmuş ve 1983’de vefat etmiştir. Türk
gazeteci, yazar, düşünür ve siyaset adamıdır.
"Türkiye'nin kurtuluşu sosyalizmle olur" sözüyle Yön Dergisi'nin ana hatları aslında çiziliyordu. Dergi yazarları kendilerini Kemalist, Halkçı ve Devletçi ilan etmişlerdi. Derginin misyonu da buydu ve bu doğrultuda bir devrimin gerçekleşmesini istiyordu. Yazarları; İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal, Niyazi Berkes, Korkut Boratav, Altan Öymen, Çetin Altan, Selahattin Hilav gibi isimlerdi.
Avcıoğlu Fransa'da iktisat ve siyasal
bilimler öğrenimi gördü. 1955'te Türkiye'ye döndü. Türkiye ve Orta Doğu Amme
İdaresi Enstitüsü'nde asistan oldu. 1956'dan itibaren Cumhuriyet Halk
Partisi'nin araştırma bürosunda çalıştı ve partinin yayın organı olan Ulus
gazetesinde yazılar yazdı. Ulus dışında haftalık Akis ve Kim dergilerinde de
yazılar yazdı. 27 Mayıs Darbesi'nden sonra CHP'den Temsilciler Meclisi'ne üye
seçilen Avcıoğlu, 1961 Anayasası’nın hazırlanmasına da katkıda bulundu.
1960-61'de Vatan ve Ulus gazetelerinde yazarlık, Ankara Radyosu'nda dış haber
yorumculuğu yaptı. Avcıoğlu 1961'de Mümtaz Soysal ve Cemal Reşit Eyüboğlu'yla
birlikte Yön Dergisi'ni kurdu. Bu dergi 1967’ye kadar yayın faaliyetini sürdürdü.
Yön'de yayımlanan yazılarında bir tür "Kemalist Sosyalizm"
anlayışını savundu. Yön'deki yazılarıyla özellikle ırkçılığa ve Turancılığa
karşı da mücadele verdi. 1963-1965 arasında Türk-İş Araştırma Merkezi Müdürlüğü, 1968-1969 yıllarında ise CHP Yüksek Danışma Kurulu üyeliği yaptı.
Sosyalist Kültür Derneği'nin kurucuları arasında yer alan Avcıoğlu
"kapitalizme" ve "emperyalizme" karşı ekonomik bağımsızlığı
savundu. 1969'da Devrim gazetesini
çıkarmaya başladı. 12 Mart 1971 muhtırasından önce 9 Mart 1971 darbe
teşebbüsünde "orduyu başkaldırmaya teşvik" iddiasıyla Emekli
Korgeneral Cemal Madanoğlu ile birlikte yargılanan ve beraat eden Avcıoğlu
1973'te siyasal yaşamdan çekildi.
"Türkiye'nin kurtuluşu sosyalizmle olur" sözüyle Yön Dergisi'nin ana hatları aslında çiziliyordu. Dergi yazarları kendilerini Kemalist, Halkçı ve Devletçi ilan etmişlerdi. Derginin misyonu da buydu ve bu doğrultuda bir devrimin gerçekleşmesini istiyordu. Yazarları; İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal, Niyazi Berkes, Korkut Boratav, Altan Öymen, Çetin Altan, Selahattin Hilav gibi isimlerdi.
Doğan Avcıoğlu’nun Yön Dergisi'ndeki dış politika yazılarına bakacak olursak derginin kurulduğu günden beri cesur eleştirilerde bulunan yazar adeta Osmanlı döneminin risale yazarları gibi Türkiye’nin dış politikasına karşı tenkitte bulunarak, yeni çare ve öneriler sunarak aslında modern bir risale yazarı konumuna erişiyordu. Osmanlı risalelerinin hep üstünde durdukları öneri olan "Kanuni dönemine dönmek kurtuluş olur" söylemi, Doğan Avcıoğlu tarafında da "Türkiye’nin her şeyde olması gerektiği gibi dış politikada da Atatürk dönemine dönmesi gerektiği"ni savunduğu için benzetilebilir.
Avcıoğlu’na göre Küba Füze Krizi (1962) Türk halkının dış
siyasette olağanüstü bir tehlike ile karşılaştığının ilk kez anlaşıldığı bir
tarihtir. Çünkü bu kriz ülkemizdeki ABD Jüpiter Füzeleriyle tarafı
olmadığımız bir savaşa bizi sokabilecek kadar tehlike arz etmiştir. Her ne kadar Batı Bloku'na yakın bir siyaset güdülse de bu kriz bizi düpedüz bir savaşa
sürüklemesi nedeniyle önemli bir uyanıştır. Avcıoğlu bu konuda İnönü ile
Menderes’i bir kıyaslamaya tabi tutmuş ve İnönü’nün her türlü maceradan uzak
kalınması gerektiğini bildiği ve buna göre hareket ettiğini söylemiş,
Menderes’in ise tam aksi bir yol tuttuğunu belirtmiştir. Buna da en bariz örnek
Kore Savaşı'na (1950) girilmesidir.
Füze üslerinin tasfiyesi ile ülkemizin batı savunması bakımından öneminin azaldığına dair bir endişe doğmuş ve batının artık tam anlamıyla bir ekonomik yardımda bulunmayacağı olgusu doğmuştur. Avcıoğlu bunun için de ülkemizin Atatürk devrinde olduğu gibi "kendi kendine yetme politikası"na dönmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Avcıoğlu, ABD’nin Türkiye’deki hazinesinin bir kısmını,
Amerikan tekellerini Türkiye’de yatırım yapmaya, yerli işadamlarıyla ortaklık
kurmaya teşvik için kullandığını ve bu sayede tekellerin, Türkiye’de döviz
getirmeden tatlı yatırımlar yaparak
kendilerine bağlı yerli iş adamları yarattıklarını belirtir. Ayrıca petrol
şirketi Mobil’in Sovyetler'in politik tazyik gibi uydurmalarla Türkiye’yi aşırı
sömürge fiyatları ile kartelden petrol almaya mahkum bırakmak istediğini
belirtir. Yani ucuza alınacak Sovyet petrolü karşılığında Sovyetler'in bunu bir
politik tazyik olarak kullanabileceğini savunarak ABD'nin kendi pahalı petrolüne mecbur
bıraktırmaya çalıştığını nakleder. Petrol Ofisi’nin Mobil’in artan rekabeti
yüzünden iç pazarın önemli bir kısmını kaybettiğini belirtir. Bu nedenle yazar
Türkiye’nin petrol dağıtımının, depolanmasının ve nakliyesinin ve üretiminin
millileştirilmesi gerektiğini savunur. Böylece ekonomik bağımsızlık
kazanılabilir demektedir.
Kıbrıs meselesinde yeni iktidarın (Süleyman Demirel, 1965) Kıbrıs’ı gözden çıkardığını belirten yazar dış ilişkilerde bağımsızlığımızı kazanamadıktan sonra Kıbrıs davasının çözülemeyeceğini öne sürmektedir. Öyle ki hükümetin petrol ve madende milliyetçi bir politika izleyen ve Amerikan şirketlerine karşı çıkan genel müdürleri değiştirdiğini okuyucuya aktarmıştır.
Avcıoğlu Sovyetler'le ilişkiler noktasında şu tespitleri
yapmıştır: Sovyetler'le yakınlaşmanın bağımsız bir dış politikanın temel şartı
olduğunu savunmuş fakat Sovyetler'e de temkinle yaklaşılması gerektiğini de
vurgulamıştır. Ayrıca Türkiye’deki komünist hareketin ne Moskova’nın ne de
Pekin’in komünisti olmasının yanlış olduğunu, komünist ise de Türkiye’nin
komünisti olması gerektiğini yani en başta Türkiye demesi gerektiğini
belirterek diğerlerinin Washington uşaklarından farklı olmadıklarını belirtir.
Yazar bir başka yazısında geçmişe değinir: ABD’nin, Stalin’in savaş sonrası şantajlarına karşı Türkiye’yi korumadığını, Yalta ve
Postdam'da Boğazların Stalin’e peşkeş çekildiğini belirtir. Avrupa’nın, Stalin’den değil de kendi proletaryasından korkarak Amerikan ittifakına dört
elle sarıldığını savunan yazar ABD’nin kendi ihtiyaçları doğrultusunda
Türkiye’nin koruyuculuğunu üstlendiğini de belirtir. Dolayısıyla ABD’nin
Türkiye’yi değil Türkiye’nin ABD’yi koruduğunu söyler. Ayrıca NATO’nun ABD hegemonyasında
olduğunu ve bu kurumun da Türkiye açısından işlevsiz olduğunu savunmaktadır.
Türkiye’nin NATO üyeliği ile aslen (1952) bir ileri karakol durumunda olduğu
belirtilir ve acilen bundan kurtulması gerektiğini söyler. NATO’nun bir
saldırı karşısında Türkiye’nin önemli bir kısmının işgaline seyirci
kalabileceğini savunan Avcıoğlu, ABD’nin Türkiye’yi istediği anda savaşa
sokabileceğini fakat saldırıya uğradığı takdirde onu tek başına
bırakabileceğini belirtir. Bu nedenle NATO’nun Türkiye açısından işlevsiz
olduğunu bir daha hatırlatır. NATO’nun Türkiye açısından bir riziko (risk) oluşturduğunu da ayrıca belirtir. Esnek Karşılık Stratejisinin aslında merkezi
Avrupa’yı değil Norveç, Danimarka, Türkiye ve Yunanistan gibi NATO’nun
kanattaki üyelerini ilgilendirdiğini belirten Avcıoğlu, merkez Avrupa’nın
savunulması için klasik silahlardan nükleer silahlara çabuk geçilebileceğini
ifade eder. Yani NATO kanat savunmasına pek de ehemmiyet vermemektedir.
Avcıoğlu’na göre İncirlik Üssü Türkiye’nin savunmasından çok gerici rejimlere
karşı ve kanlı ayaklanmalara karşı Ortadoğu’yu kontrol altında tutmak için önem
arz etmektedir. İncirlik Üssü'nden Türkiye ABD’nin çekilmesini istese, bütün
NATO ilişkilerinin tekrar gözden geçirileceği belirtilir, ABD’nin ekonomik ve
askeri yardımı kesilir ve Yunanistan silahlandırılabilir, şantajı devreye
sokulabilirdi. Aslında ABD bu durumları bir tehdit olarak her zaman cebinde
saklamaktadır. Bu nedenle Avcıoğlu, Atatürk döneminin bağımsız ve komşu
ilişkilerine önem veren dış politikasına dönülmesini tek çare olarak
görmektedir.
Avcıoğlu ABD’nin 1947’den beri süre gelen iktisadi yardım
politikasıyla (1947’de Truman Doktrini, 1948'de Marshall Yardımı,1947'de IMF üyelik ve
Recep Peker döneminde İlk resmi Devalüasyonu) Türkiye’nin iç işlerine müdahaleye
varan bir kazanım elde ettiğini belirtir. Öyle ki bu müdahale nüfusun
çoğalmasına sınırlama getirilmesi tavsiyesine kadar varacaktır.
Avcıoğlu, Demirel’in İnönü’nün başlatmış olduğu nispeten
bağımsız dış politika hamlesini sürdüreceği izlenimini verse de çok geçmeden
böyle olmayacağının belli olduğunu nakleder ve ekler: Kıbrıs meselesi bunun ilk
örneğidir. İnönü antiemperyalist devletlerin desteği ile bu meseleyi çözmeye
çalışmış fakat Demirel Hükümeti bu sorunu Anglo-Sakson şemsiyesi altında
çözmeye çalışmıştır. Bir diğer kopuş da ABD yanlısı bir politika izleyen
Ortadoğu ülkelerine yanaşmak olmuştur. Öyle ki Bağdat Paktı'na benzer (1955) bir
İslam Paktı teşebbüsü gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu açıdan yazar
Demirel’i Menderes’e benzetmekte ve bu dış politikayı şu şekilde
betimlemektedir: DÜMEN SUYU POLİTİKASI
Avcıoğlu, ABD’nin Sovyetler'e olan bakışının yıllar içinde
değiştiğini söyler, öyle ki Menderes’in 1960’da Moskova’ya gitmeye çalışması
ABD desteğini kaybetmesine neden olmuştu. 1964’de İnönü’nün Dışişleri Bakanı
Erkin’i Moskova’ya göndermesi ABD tarafından hoş karşılanmamıştır. Fakat bu
durum Demirel’in Sovyetler'le ilişki kurduğu dönemde değişecek ve ABD buna bir
tepki göstermeyecekti. Aslen ABD-Sovyet ilişkileri de değişmekteydi.
Avcıoğlu ayrıca Türk sanayisini, kökünün dışarıda
olmasıyla da eleştirmektedir: Sanayileşme hareketi sonucu, yalnız teknik bilgi
ve makine-teçhizat bakımından değil, hammadde ile de ithalata bağlı, kökü dışarıda
bir sanayi kurulmuştur.
Sonuç olarak Avcıoğlu’nun önermiş olduğu Atatürk dönemi
dış politikasına dönüştü. Fakat bu mümkün müydü? ABD, II. Dünya Savaşı'ndan sonra
Dünya'nın hamiliğine oynamaya başlamış fakat karşısına kendi karşıtı bir rejim
ihraç eden bir devlet olan Sovyetler çıkmıştır. Türkiye de bu dönemde mecburen
bazı şeylere katılma gereği duymuştu. Bunlar BM 1945, NATO 1952, Avrupa Konseyi
1949, Bağdat Paktı 1955 vesairedir. Bu durum öyle ki Atatürk döneminden bambaşka bir
siyasi ortam doğurmuştu. En başta ABD, Atatürk döneminde tekrar kendi içine kapanmıştı.
İngiltere ağır bir ekonomik ve sosyal bir kriz içinde idi. Avrupa’da yükselen
bir faşizm vardı. Bu durum ülkeleri özellikle Avrupa’yı kendi içinde
oyalıyordu. Fakat II. Dünya Savaşı ile bu durum değişti ve Avrupa dışı bir bakış
açısı kazanılıp galip ve kuvvetli devletler ideoloji ve emperyalizm
mücadelesine girişti. Bu mücadelenin başlıca nüfuz sahası ise Ortadoğu’ya ve
Akdeniz’e kaydı. Savaşın galip iki devleti ABD ve SSCB burada kendi rüştlerini
ispata giriştiler. Bundan Türkiye de çok önemli noktalarda etkilendi ve
mecburen bir taraf seçmek zorunda kaldı. Hiç tanımadığı tanısa da devletin
resmi ideolojisi hiçbir zaman olmayan Komünizm veya Sosyalizm'den uzak durarak
kendisine daha yakın gördüğü ve demokrasi ve liberalizm sloganıyla hareket eden
Batı Bloku'na özellikle de ABD’ye yakınlaştı. Her ne kadar bağımsız bir dış
politika izleme girişimleri olsa da bunlar pek uzun sürmedi.
Yorumlar
Yorum Gönder